15 Mayıs 2010 Cumartesi

POŞETE HAYIR

      Yıllardır kendimi paralıyorum az kullanın şunları, poşetinizi evden getirin, alışveriş çantası edinin diye. Alışveriş ettiğim tüm marketciler beni kendi poşetini getiren abla diye tanırlar. Ya insanlar bu konuda o kadar cahil ki, bir poşeti defalarca kullanmak veya başka alternatifleri kullanarak poşet almamaya çalışmak onlar için ilginç hatta garip bir durum. Bende çevredeki şöhretimi bu poşet karşıtlığıma borçluyum işte. Bu konuda devlet otoriteleri, sivil toplum örgütleri falan değil hanımlara iş düşüyor asıl. Alışverişle en çok onlar ilgileniyorlar çünki. Bence hanımların yemek, temizlik, ütü, çocuk bakımı ve mesleki beceriden önce edinmeleri gereken çevre bilinci ve bir insan yetiştirmeye yarayan güzel ahlaktır. Şimdi ahlaka nasıl geldin demeyin bana, en temel ahlak kuralı başkalarına zarar vermemektir zira. Eh bizde çevreyi kirletmeye yardımcı olarak başkalarına ve kendimize zarar vermiş oluyoruz değil mi?
       Hepimiz evimizin temiz olmasını isteriz, sokağımızda temiz olsa iyi olur değil mi? Peki bir dünyalı olarak dünyanın temiz ve sağlıklı olması yine kimin işine yarar, herhalde bizim. Bunu da geçtik, artık bizler teknolojik atıklarımızı uzaya da saçmaya başladık yazık bize. Yaa hiç düşünmüyor musunuz, ya başka gezegenlerde hayat varsa da o canlılar bizim rezilliğimizi görüyorsa yüzümüze tükürmez ya da sen kıymetini bilemedin şu güzelim gezegenin ver bakalım derlerse ne yapacağız. Bu işin şakası tabi ama başka yaratıklar görmüyorsa bile yaptıklarımızı, bu alemi yaratıp bize hediye ve emanet eden güce ne cevap vereceğiz bir düşünün hele.  Arkadaşımız bize küçücük bir hediye verdiğinde nereye koyacağımızı nasıl saklayacağımızı bilemeyiz, çünkü o bizim için kıymetlidir ve yeterli özeni göstermezsek arkadaşımızın kırılacağını biliriz. Peki bize verilen bu hayatın ve bu güzelim dünyanın neden kıymetini bilmiyoruz? Acaba onları yaratanın arkadaşımızdan daha az mı hatrı var yanımızda? Şöyle bir silkinip kendimize gelelim, elimizdekilerin kıymetini bilmek için tamamen kaybetmeyi beklemeyelim. Kaybedeceklerimiz ufak şeyler olmadığı için telafi etmemiz mümkün olmayabilir zira!

14 Mayıs 2010 Cuma

İNCİ

     Anneler günüde kızım bana pırlanta taşlı bir yüzük almış, birde inci.........İstiridyenin içinden kendim çıkardım inciyi müthiş bir histi, defalarca sarılıp öptüm kızımı bana yaşattığı bu duygu için. Yüzük müzük umrumda olmadı pek ama o inci inanılmazdı. Sonra düşündüm neydi bu incide beni böylesine heyecanlandıran? Birşeyin dünyaya gelmesine şahit olmak mıydı acaba? Sonra ebeleri düşündüm bir inciden katbekat değerli olan varlıkların dünyayla yüzleşmesine şahit ve aracı oluyorlar hergün. O zaman onlar hergün çok mutlu oluyorlar demektir. Belki herkes duygularını benim kadar ölçüsüz yaşamıyordur ama yinede müthiş bir olay hergün yaşadıkları. Şimdi o inciye gözüm gibi bakıyorum, yüzüğümü değil ama incimi herkese gösteriyorum ve ballandıra ballandıra anlatıyorum nasıl çıkardığımı istiridyenin içinden. Mahfazasına koyup boynuma astım, pembe benim incim, bu sanki tüm kainatı boynumda taşımak gibi bir duygu. Doğal olan herşeyin çok değerli olduğunu anlıyorum bir süredir. İnsan eliyle üretilen ona verilen emekle bir değere kavuşur ancak yani onun değeri objenin değilde ona verilen emeğin değeridir. Ama doğal olan herşey maddesi anlamında bir değere sahiptir, bunun sebebi onun maddesininde yaratıcının emeği olması mıdır acaba? Yaptığımız herşeye bir parçamızı katarız bilmeden, acaba ALLAH yarattıklarına kendinden bir parça katıyor mu bizlere lutfederek, ondan mı doğal olanların bize böyle kıymetli bir hazine bulmuş hissi yaşatması. Allahım yarattığın herşeyi seviyorum sırf yaratanın sen olduğun için, senin de beni sevdiğini biliyorum yarattığın için!...........

SANATÇI

     Size uçuk gelecek belki ama, bence sanatçı birtür medyumdur. Medyum nasıl beş duyumuzla algılayamadığımız bazı varlıklarla iletişim kurabilmemizi sağlayan bir aracıysa, sanatçıda bu alemde var olan ama bizim aciz bilincimizle kavrayıp göremediğimiz güzellikleri bize gösteren kendi egosunu aradan kaldırmayı başarmış olan aracılardır. Ben bu yüzden saygı duyarım sanata ve sanatçıya çünkü orada riya yoktur, sadece mahiyetini kavrayamadığımız ilhamdır söz konusu olan. Sanatçının başarısı da bu ilhama süper iletken bir araç olmaktır. Eğer maksadını aşan bir söz söyledimse gerçek sanatçılardan özür diliyorum, benim burada anlatmaya çalıştığım onların gerçekten kendilerini birşeye adayarak çok az insana nasip olan bir ayrıcalıkla gerçeğe köprülük ettikleridir. Bu vazifeyi yerine getirebilmek için çok iyi bir iletken olan altın gibi bir benliğe sahip olmak gerekir. Doğada olduğu gibi insanlar arasında da altına rastlamak o kadar kolay değil tabiki, işte bu yüzden değerli olmaları malum yaşadığımız alemde ender olandır değerli. O altınlarla haşırneşir olarak üzerimize birparça altın tozu bulaşması bütün ümidimiz, benim gibi hissedenler adına yüreklerinden öpüyorum tüm gerçek sanatçıların.

SEYİRCİ

    Size hiç olur mu, sanki koca dünyayı sadece ben müşahade ediyorum. Çevremdeki herkes sanki birer figüran, bu hengamenin tek seyircisi benim sanki. Diğer insanların bu olayları benim gibi gerçek yaşayabildiğine inanmakta zorluk çekiyorum bazen. Benim hissettiklerimi hissediyorlarsa nasıl böyle sakin kalabiliyorlar diye düşünüyorum ciddi ciddi. Sanki dünya bir sahne ve yaşadıklarımız tek kişinin seyrettiği koca bir oyun, buda bana korkunç bir yalnızlık duygusu veriyor. Düşünün şöyle bir aslında bu gördüklerimiz üç boyutlu, hatta dört boyutlu ortamda yaşanan koca bir kurgu. Gerçekle gerçek olmayanı neye dayanarak ayırt edebiliriz. Simülasyon belkide tüm bu yaşadıklarımız, beş duyumuza güvenerek bunun gerçek olduğunu iddia ediyorsak eğer, bu duyuları aldatmanın ne kadar kolay olduğunu günümüz teknolojisiyle anlamak hiç de zor değil. Zaten duyularımızın varoluş gayeside içinde yaşadığımız bu kurgunun gerçek olarak algılanması değil miki? Belki de delilik budur, bir perdeyi aralayarak arkadaki düzeneği görebileceğimi hissediyorum. Aslında içimize dönebilmeliyiz biraz, günümüzde öyle dışa dönük yaşıyoruz ki, kendimizden başka herşey ve herkes hakkında bir fikrimiz var. Kimin ne yaptığı bizi o kadar ilgilendiriyor ki, kendi ne yaptığımızı kaçırıyoruz bu arada. Turistik bir geziye çıkar gibi kendi içimizde bir seyahate çıkmalıyız bence. İnanın bana içimizde bulacağımız harikalara dünyanın hiçbiryerinde rastlayamayız. Çünki onlara dışarıdan yabancı eller değmemiştir, insan egolarından ve çeşitli hesaplardan kirlenmemiş bu hayatta karşılaşabileceğimiz en temiz varlık oradadır. Dünyanın tüm gizemlerini içimizde barındırıyoruz, oraya bir inebilsek bizim için hiçbirşey sır olarak kalmayacak. Çevremizdeki tüm zerrelerin içindeki musikiyi o zaman duyabileceğiz, işte o musikiye kendi enstrümanımızla katılmayı öğrendiğimiz anda bu yalnızlık duygusundan da kurtuluruz belki kim bilir!........Kainat denen bu koca orkestrada yerimizi biran önce bulmak ümidiyle.

13 Mayıs 2010 Perşembe

HANİ BAZEN

     Hani bazen yazmak istersin, parmakların dudağındaki cümlelere yetişemez. Hani bazen diline pranga vurur birşeyler, ellerin kaşınır.......klavyenin tuşlarına deli gibi vurur ama aklın bomboştur yazacak birşey bulamazsın. Ellerin kaşınır, aklın karıncalanır.........hani biryerin kaşınır ya........kanatmadan, derisini soymadan kurtulamazsın bu çıldırtıcı duygudan. Hani bazen içinden birşeyler dışarı çıkmaya çalışırken sen çaresiz kalırsın, yardımı olmaz hiçbirşeyin. HANİ bazen..............İşte o zaman bedenin aradan çıkıp ruhuna bırakmalı meydanı, ruhunun kendini ifade etmek için ihtiyacı var maalesef eline, diline, kendini ifade etmek için mahkum olduğu bu bedene ihtiyacı var ne yazık ki. Belki de burada başlıyor yazarlık, bedeninin kontrolünü ruhuna bırakarak mahkumu olduğu bu bedenin efendisi olmasına izin vermek yine. VE kendini ifade etmek için ruhun enstrümanı olmalı beden. Yazarın ihtiyacı olan eller en azından. Transa girersin sanki bazen, nerden geldiğini bilemezsin kağıda dökülen o cümlelerin. Aklının içinde sanki Aleaddin'in lambasındaki cin. Yoksa diyorum başka bir boyutun kapısını mı aralıyor yazarlar bilmeden ve müşahade ettiği o harikaları döküyor burada yazıya.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

KAYIP ARANIYOR

    İçimde sebebini bilmediğim bir boşluk var, yazmak için deli olan ben elime kalem alamıyorum. Bilgisayarın başına hiç oturamıyorum, biryerlere sığamıyorum. Normalde laf salatası yaparak insanları sıkmamak için kısa kesmeye çalıştığım cümlelerin yerine şimdi küçük notlar bile düşemiyorum. Sanki yazma isteği bir musluktan akan su idi, biri geldi bu musluğu kapadı ve musluğun kafasını da kopardı, yeniden açamıyayım diye.  Yazım geldi diye kağıda kaleme koşan sanki yabancı bir insandı. Kapıdan kafasını uzatıp şöyle bir merhaba dedi ve elveda demeden çekti gitti. Ama ben onu çok özlüyorum...... Sanki hayatımın anlamıda o yazmak için yanıp tutuşan ama birtürlü ortaya eser çıkaramayan deli kadınla beraber bacadan uçtu gitti. İnsanın başkalarına ve başka şeylere özlem duyduğunu bilirdim ve zaman zaman bunu yaşardım da ama insanın kendini özleyeceğini hiç düşünmemiştim. Evet ben, apansız çekip giden o çatlak ve toplumla fazlaca uzlaşamayan tuhaf kadını özlüyorum. Ben bu normal herkes gibi belli bir hayatı yaşayıp giden ruhsuz yaratık olmak istemiyorum. Ayrıca buraya nasıl geldiğimi de hiç bilemiyorum......Evet her nekadar başkaları aramasa ve özlemese ve hatta oh be dünya varmış dese bile ben içimdeki o çatlak kadını arıyorum, görenlerin ve duyanların yorum hanesine ihbarlarını bekliyorum. Ha birde yazarlık konusunda sizden iyi dileklerinizle desteğinizi bekliyorum.