29 Ekim 2010 Cuma

BOŞLUK

     Madde diye birşey yok, yani çevremiz katı maddeden oluşmuyor aslında, madde diye bildiğimiz şey aslında koca bir boşluktan ibaret. Şimdi züğürt tesellisi diyeceksiniz ama, demekki insanların mal diye biriktirdiği şey koskocaman bir boşluk, ee o zaman ben bayağı zenginim çünkü, birsürü boşluğa sahibim bu dünyada, fakir kim zengin kim ozaman. Peki bu boşluktan istediğimiz herşeyi oluşturabilirmiyiz ya da aslında bizler gereken hammaddeye sahibiz ve tek ihtiyacımız olan şey tutkulu bir istek öyle mi? Birazcık bilgi birikimim var bu konularda ve en küçük parçacığın davranışını değiştiren ya da belirleyen şeyin sadece gözlemci olduğunu biliyorum, peki dünya dediğimiz bu ortam biz gözümüzü kapattığımızda yok mu aslında. Yani bizler kendi illüzyonlarımız için de yaşıyor olabilir miyiz? Karşılıklı bir tutarlılık arzediyorsa bu durum onun cevabı da kollektif bilinç olabilir belki. Sihir diye bildiğimiz şey sihirbazın bilincinin oluşturduğu özel bir gerçeklik olabilir o zaman. Birsürü seyirciyi ikna etmek değil, sadece kendi bilinciyle belli bir gerçekliği yaratmak olabilir bu, o zamanda gördüklerimiz gerçek olabilir tüm bu evrenin gerçekliği kadar tabi!

26 Ekim 2010 Salı

ANI YAŞAMAK

    Ne demek anı yaşamak, anda kalmak? Geçmişe takılı kalmamak tamam, gelecek endişesi çekmemek te tamam, ama meditasyon yapanları bilememde anı yaşayabilen gerçekten var mı peki? Yani sadece o anki etkiye tepki vererek, tecrübeyi ve geleceğe dair planları biryana bırakarak sadece anda kalmak nasıl mümkün olabilir ki? Bilinçli halde bu mümkün mü acaba, zaten bizi biz yapan yaşanmışlıkların ve hayat görüşümüzü oluşturan birikimlerimizin dışına çıkarsak şuursuz bir an olmaz mı bu? Bunun yazmaktaki amacım gerçekten bu anı yaşamak işini tam olarak idrak edemeyişimdir, asla bu konudaki düşüncelerimi deklare etmek değil. Ben gerçekten her anın değerini bilmeye ve elimdekilere şükran duymaya çalışıyorum her nefesimde de, anı yaşamak ne işte bu konuda ciddi açmazlarım var. Hayatın getirdiklerini hep gülümseyerek karşıladım mümkün mertebe, canım yandığında isyan etmedim de, sadece anda kalamadım hiçbir zaman. İçimde son derece geveze, insanı canından bezdirecek kadar ukala bir ben var ki onu susturup sadece akışa bırakamadım hiçbir zaman kendimi. Benim için hayat geçmiş, gelecek ve şimdi değil, hiçbir zamanda böyle olmadı. Benim için hayat, sonsuz bir şimdiki zaman sıkça söylediğim gibi, evet kendimi tekrar ettiğimin farkındayım ama, dürüst olmaya çalışıyorum işte. Üzerimdeki manevi yükü hafifletmek adına affetmeyi, bunu yapamadığım zamanlarda boşverip muhatabı hayatımdan çıkarmayı başardım, gelecek endişesi duyarak, her an plan yaparak yaşamıyorum tabiki. Her an yeniden yaratmayı öğrendim kendimi, tüm verilerin ışığında yeni bir ben. Anı yaşayamadım belki ama kendimi her an yaşanan ana adapte ettim, zaten bu hayatta öğrenebildiğim tek şeyde bu belki. Şimdi diyeceksiniz ki sen anı yaşıyorsun zaten, yok empoze edilen anı yaşamak sanki daha başka birşey, belki de yanlış birşeyler var bu sloganda, tüm realiteye aykırı olan birşey. Yoksa yine birileri bizleri daha iyi çekip-çevirmek için mi buldu bu fikri? Sanki empoze edilmeye çalışılan anı yaşamak fikrinde yarın ölecekmiş gibi yaşa alt mesajı alıyorum ben, zaten bir an sonrası  için yaşam garantimiz yoksa bu anda elimizden uçup gidecekse, eeeeee ne oldu şimdi, yaşanan an sana baki kalmayacağına göre ne geçti eline? Hayatın sana verdiklerinin kıymetini bil, geçmişten ders al, geleceğe umutla bak benim sloganım. Hep pozitif olmalı insan yaşamı ıskalamamak adına, ama an gibi geçici birşey değil bunun ölçüsü, biriktirdiğimiz en kıymetli hazinemiz olan ömür dediğimiz insan oğluna bahşedilen evet en kıymetli nimet amaaaa; insan sonsuz bir varlık olduğu için bu ömür sonsuz hayatımızın hiç kaybolmayacak ve sürekli pozitif veya negatif getirilerini yaşayacağımız en gerçek birikimidir. Deliler ve çocuklar da anı yaşar, fakat ne yazık ki farkında olmazlar bu nimetin, demek ki farkındalık gerekli birşeyin nimet olabilmesi için, o zaman anın farkında olmalıyız yaşamak için. Amaaan yine söylemek istediklerimi söyleyemedim, herneyse işte bu konuda elle tutulur bir fikri olan beni aydınlatırsa sevinirim, anda kalın emi!

9 Ekim 2010 Cumartesi

SENDEN ÖNCEKİLER DEMO

  Bugün temizlik yaparken dinlediğim şarkı böyle diyordu;
yıkılır fark atar alo, senden öncekiler demo
yazılır şarkılar alo, senden öncekiler demo
   Her yeni aşkımızda böyle demez miyiz aslında, dilimizle veya lisan-ı hal ile. Yoksa bizim gibi olgun yaşlarında yaşanan aşklar için mi söylendi bu mısralar? Çok kötü değil mi, aşklar kelimesi; her seferinde sonsuza kadar diye başladığımız birşeyin ardından. Madem aşk sonsuz o zaman aşklar nasıl oluyor peki, hepsi aynı anda yaşanmıyorsa eğer? Demek ki doğru söylüyor, aşk geçici bir duygudur, kalıcı olan sevgidir diyenler. İyi de kaç aşk sevgiye dönüşebiliyor ki, bu çok zor aslında zira aşk; durulmayı kabul edemeyecek kadar azgın bir duygudur, sevgiye dönüştüğünü söylemek aşka ihanet gibi gelir bana herzaman. Bitmesi daha iyi belki de öyle tutkusuz birşeye dönüşmektense, hastalığı kendini tüketen bir insanın ölümünü dilemek gibi birşey, kimbilir belki insafsızlık bu dediğim ama....................
    Belki de aşkın anısını ve heyecanını ayakta tutmanın bir yolunu bulan insanlardır, sevgiye dönüşmüş haliyle mutlu olmayı başaranlar.  Ne diyelim, mutlu aşk varsa mutlu olsunlar tüm yüreğimle diliyorum bunu. Artık demo değil, orjinal aşklar dileğiyle.

7 Ekim 2010 Perşembe

İÇİMDEKİ KİM?

     İçimde biri var biliyorum, benden başka, benden bilge. Mantıkla hiçbir sonuca varamadığım sorunlarıma şıp diye çare buluveriyor, düşünerek anlayamadığım herşeyin anlamını o zaten biliyor, tek ihtiyacım dönüp ona sormak aslında. Ama bize öyle unutturulmuş ki o içimizdeki ben, herşeyin cevabını dışarda arar olmuşuz ve yanlışların uçurumuna yuvarlanıvermişiz birden. Uzun zaman önce biryerde okumuştum, öğrenmek aslında bildiklerimizi hatırlamaktır diye. Eğer bu söz tamamıyla doğruysa, eee o zaman zaten içimizdeki o kişi biliyor bunun cevabını. Galilba Einstein söylemişti, tüm icatlar aslında birer ilhamdan ibarettir, düşünerek hiçbir yenilik üretilemez diye. Ya da doğada zaten var olan birşeyi görmeye başlamaktır aslında icat dediğimiz. Çocukken Allah vardır diye deliller gösterilmeden önce de ben biliyordum zaten O'nun varlığını, içimdeki ben söylemişti kulağıma çok önceleri. Gördüğümüz anda birine güvenip güvenmeyeceğine karar veren odur, bir başka seferde ilk görüşte aşık olan, biz daha kaşını gözünü tartıp dururken. Hiç yalnız kalmam bu yüzden, sürekli benimle konuşup durur, çevremdeki algıların kritiğini hep onunla yaparım ben. Duyduğum, düşündüğüm herşey için mutlaka söyleyecek birşeyi vardır onun. Akıl diyorlar kimileri buna ama bence yanlış, akıl eğer oysa peki o zaman dışardaki dünyayı algılayan kim. Sakın kimse beyin, kalp, hafıza falan diye maval okumasın bana, bunların hepsi sonuçta birer et parçası ve hatta elle tutup gözle göremediğimiz subjektif olgular değil midir? Gözlerimiz dışardaki objelerin elektriksel uyarılarını alıp beyne iletiyor, peki o karanlık yerde bunca ışığı ve rengi gören kim? Tamam biliyorum, bu kalıbın içinde kumanda masasında oturup bizi idare eden biri var, peki ona sürekli fısıldayıp duran ve hiç susmayan bu ses kimin? İşte tüm bu sebeplerden ben diyemiyorum sadece sanki içimde birden fazla ben var, bu yüzden mi BİZ der acaba büyükler, bizim el yordamıyla bulmaya çalıştığımız birşeylerin fevkinde olarak.

18 Eylül 2010 Cumartesi

RUH EŞİ

   Yaşanan bunca şey arasında tüm insanların kalbinin ta derinlerinde bir yerde özlenen adı konmamış bir sevgili vardır. Kendince en mutlu olduğu anda bile bir özlem, bir yoksunluk hisseder bazen insan. Çevresindeki bütün o hengameye ramen kendini yapayalnız hisseder, hayatta en sevdiklerinin yanında olmasına ramen. İşte bu anda düşünürüm, o özlediğimiz kim veya ne? Zaman zaman dayanılmaz bir özlem duyarım ama sorun bu özlemin odaklandığı noktayı bilmeyişim. Belki bu bizim gibi bir varlık değil, belki de tanrıdır özlediğimiz, geldiğimiz yere-kaynak noktamıza duyuyoruz özlem. Belki de kimilerinin dediği gibi ruhlarımız aslında çiftler halinde yaratılmış ya da ruhumuz yaratılışından sonra ikiye bölünerek değişik noktalara dağıtılmış bu parçalar. Bilemiyorum, bildiğim birşey varsa birine ya da birşeye fena halde özlem duyduğum. E insan bilmediği, bir şekilde biryerlerde öğrenmediği birşeye özlem duyamayacağına göre bunu daha önce tanıdım veya yaşadım. Peki buna göre asıl sorun hatırlamak mı acaba? Hatırlamak istiyorum her nefeste özlediğim sevgiliyi, hatırlamak istiyorum kendini asla unutturmayan bu özlemin kaynağını. En sevdiğim varlık olan kızımın yanında bile kendimi eksik hissedişimin müsebbibini arıyorum, şayet bulan veya bileniniz varsa bana yardım etsin lütfen. Bu tarifsiz özlemin kaynağı tanrı ise eğer, o zaman nasıl evliya olunduğunu anlayası geliyor insanın, zira bu kaynağı hatırlar veya tekrar bulursa ondan başkasına artık nazar edemez ki insan. Şu dünya gözüyle görüp sevdiklerimiz bile dünyayı bir toz zerresine dönüştürüyorsa gözümüzde, kimbilir bu sevgili ne yapar tüm tutunduğumuz, dayandığımız kalıplara hayal bile edemiyorum asla. Ama olsun herşeye ramen sadece meçhul bir sevgilinin varlığı bile harika tek kelimeyle, hem zaten aşık olunan şey nesne değil aşkın kendisi değil midir aslında?

FATMAGÜLÜN SUÇU NE Mİ?

    Kadın olmak dışında mı yani, evet birkaç tane daha var. Mesela kadınlık onurunu koruyacak olgunluk ve kararlılıktan yoksun olmak, nişanlısı bile olsa bir erkeğin kendisine potansiyel fahişe gibi davranmasına gözyummak, sahip olduğu değerlerin farkında olarak bunu korumak için yeterince tedbirli olmamak ve kadın olmanın güçlü olmak demek olduğunu bilmemek mesela. Lafımı tamamlayamayacak kadar kızgınım onun için atlayacağım birazını, ya kardeşim bu kadın milleti niye kendini tecavüz maduru veya hayat kadını olarak tanımlamaktan bu kadar zevk alıyor? Sakın bana sanat zırvaları okumaya kalkmasın kimse, hangi sanat-hangi maddi kazanç bir kadını bu kadar zavallı ve pis bir durumda canlandırmayı haklı kılabilir? Ha konunun çıkış noktası bu olacaksa illede o zaman bu olayı sadece sözle dile getirip konuya buradan devam etsinler, hadi bunu yapıyor bazı ahlak yoksunları diyelim ya bunu 'başarıyla' canlandıran o 'kadın'lara ne oluyor. Olay bununla kalsa iyi, birde oğlunu-kızını yanına alarak bunu izleyen yaratıklara ne oluyor, halk arasında kadın deniyor bunlara da ve bunlar lafa gelince namus timsalidirler aynı zamanda. Beni kimse kendi yapmayacağı birşeyi izlemekten zevk alan birinin varlığına ya da akıl sağlığına ikna edemez. Tüm bunları düşününce bazı erkeklerin kadınlar hakkındaki o iğrenç düşüncelerinde doğruluk payı olduğuna inanası geliyor insanın, bir kadın olarak bunları söylemek çok zor geliyor evet ama dürüst olmak gerekirse bende dışardan bakan biri olsaydım bu konuya, yani kadın olmasaydım kadınlar hakkında pekte iyi yargılara sahip olamazdım doğrusu bu şartlar altında, en azından büyük kısmı hakkında. Bunu söylediğim için kimse bana kızmasın, o sahneleri öfkeden kudurmadan izleyebilen kadınlara söyleyecek daha iyi bir sözüm yok benim, pekçok kadın tarafından taşa tutulacağımı bilerek yazıyorum bunları, zira haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Daha söyleyecek çok sözüm var ama böyle bir platforma yakışmayacak sözler olduğu için artık susuyorum ve gerisini akıl ve vicdan sahibi insanlara bırakıyorum, buradaki anlatımlara uymayan hemcinslerimden özür diliyorum eğer yanlış anlamaya sebep olduysam, ama aklın yolu birdir eminim bana hakverecekler, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

14 Eylül 2010 Salı

KIZIM NEZAMAN ANNEM OLDU?

    Artık kanıksamaya başladığım bir davranışı aniden dikkatimi çekti kızımın. Zaten bana karşı hep sevecen ve bir anne gibi şefkatli yaklaşımlarına alıştığım için, sürekli yaşadığımız olayların üzerinde fazla düşünmediğimiz gibi bununda üzerinde de fazla düşünmediğimi farkettim aniden. Üyesi olduğum bir sosyal topluluğun İstanbul buluşmasına davetli olduğumu ve katılmayı düşündüğümü söylediğim an beni çok güldüren, aynı zamanda çokta duygulandıran o tavrını takınarak; anne çok iyi tanımadığın insanlarla bu şekilde beraber olman sence güvenli mi diye sordu, gözlerindeki saklayamadığı endişe kıvılcımları ile. Çocukların ebeveynlerini ikna etmek istediklerinde takındıkları tavırla, ama hayatım bu halka açık biryerde ve çokça insanın katıldığı bir toplantı olacak diye ikna denemelerine giriştim. Herneyse, konuyu uzatmaya gerek yok bilinen ritüeller gerçekleşti ve kızım ikna oldu buluşmaya gitmeme. Sonra başladık giderken ne giymeyi düşünüyorsun gibi kızsal muhabbetlere, ay bu kız beni öldürecek en sonunda yine ağlattı beni, anne eksik birşeyin varsa iş dönüşü alışverişe çıkalım diyerek. Kızını mezuniyet partisine gönderen bir annenin sevecen tavırlarıyla. Ha buarada, gideceğim mekanın adresini ve krokisini benden almayı ve saat sınırlaması koymayı da ihmal etmedi ve çıkışta buluşalım da eve beraber dönelim diye bir teklif getirdi ardından. Burada anlatmaya çalıştığım olay, sanki sihirli bir el bizleri alıp birbirimizin yerin koymuşta, ben kırküç yaşında bir kız ve o da yirmiiki yaşında bir anne oluvermiş. Neden çocuklarımızın bukadar büyüdüğünü farketmekte zorlanıyoruz, çevremize karşı olan farkındalığımızla ilgili birşey midir bu, yoksa ana-baba olmanın getirdiği açmazlardan birisi mi? Küçükken O'na sevgiyle kızım deyişimi bir sevgi sözcüğü olarak algılayarak bana sevgisini belli etmek için, kızım annem derdi. Şimdi ben ona tüm sevgim ve hayranlığımla diyorum, KIZIM ANNEM..Hayatta birtek sırdaşım ve her halukarda güvendiğim arkadaşım oldu, bu arkadaşım aynı zamanda bakmakla yükümlü olduğum küçücük bir kız çocuğuydu. Şimdi bu kızçocuğunun bir kadın olma yolunda başarıyla ve güvenle ilerlediğini görmek herhalde bir annenin bu hayatta alabileceği en büyük ödül ve ben bu ödülü daha şimdiden almaya başladığım için tarifsiz şekilde mutluyum ve seni çok seviyorum benim en büyük ödülüm KIZIM ANNEM.

24 Ağustos 2010 Salı

VE ALLAH KADINI YARATTI!

    Hiç dikkatinizi çekti mi, Adem peygamber yaratıldıktan sonra yaratılmış Havva anamız. Dediklerine göre O'nun kaburga kemiğinden, niye peki Allah'ın bir kadın yaratacak malzemeye ihtiyacı mı vardı? Tabiki hayır bunun bence tek sebebi olabilir, belki  insanların birbirlerine hep ihtiyaç duymasını murad etmiştir yaradan. Klişe bir söz biliyorum bir elmanın iki yarısı olayı bu. Dünyaya biraz  zarafet ve letafet katması için yaratmış olmalı kadını. Kadın eli değen herşey sihirli bir değnek değmişçesine değişir aniden, size bir fincan kahveyi bir kadının verdiğini gözünüzün önüne getirin, birde kendi aldığınızı. Kadın dedik ya şimdi tüm hemcinslerimin bu övgüleri haketmek için sadece kadın olmaları yetmiyor tabiki. Benim dediğim kadın, bir cins isim değil aksine bir sıfat. Bu sıfata layık olduğumuz ölçüde kadınız bizde. Birde günlük mücadele içinde birşeylerden daha fazla pay almak adına kadınlığını soyunup bir kenara bırakan ve erkeklerin savaşına katılan kadınlar var. Onlarla aynı şartlarla savaşabilmek için erkekleşmiş, kadınlığını unutmuş, soyunup evde bırakmış kadınlar. Dünyada mutlu olmanın kendinden hoşnut olmanın yolu önce kendin olmaktır. Peki daha kadın bile olamazken nasıl kendi olacak bu kadınlar. Ve en kötüsü soyunup evde bıraktığı o kadın kisvesi zamanla artık üzerine giymeye çalışsa bile üzerine olmayacaktır deforme olmuş ölçüleriyle. Dünyaya kafa tutmak için erkek gibi olmak gerekmez, kadın olmalı kadın! Erkek gibi kadın benzetmesinden daha aşağılayıcı ne var ki bir kadın için. Aslında kadın gibi kadın, erkek gibi erkek olmalı insan. Bizler erkek gibi olmaya çalışırsak kadınların dünyaya getireceği şefkati, inceliği, duyguyu , zarafeti  kimden soracağız. Ya dünyaya yeni gelen o melekleri kime emanet edeceğiz, bu amazonlara mı asla! Anne olabilecek kadınlar lazım gelecek nesile; zarif, sevecen, şefkatli, fedakar ve değerlerine el uzatmaya çalışanın gözünü oyacak kadar güçlü ve gözüpek yani tanrının yarattığı kadın gibi kadın!  Az kalsın unutuyordum, güçlü kadın isteyen erkekler var ya; kendilerine yük olmasın diye maddi gücü olan, kendi deyimleriyle  ayakları üstünde duran kadın ararlar, bu kadınla birlikte olunca da kadınsal yönler bulabilecekleri başka kadınlarla fantaziler yaşarlar. Ayakları üzerinde durmak hayata karşı direnmek herşeye rağmen yoluna devam etmektir aslında sadece para kazanmak değil ve inanın bana tüm gerçek kadınlar ayaklarının üzerinde dururlar. Ayaklarının üzerinde dururlar ve dünyaya yeni savaşçılar kazandırmaya devam ederler yaşamın tüm sürprizlerine rağmen.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

HESAPSIZ YAŞAMAK

     Ne tuhaf yaratık şu insan oğlu, önce kendine bir kafes örer içinde yaşamaya başlar, birde bakar ki orada yaşamak çok sıkıcı hatta imkansız. Hadi bakalım şimdi yıkalım şu kafesi de çıkıp özgürce yaşayalım diye başlar uğraşmaya, baştan beri o kafese girmemekte direnen insanlara karşı olan yargılarından utanarak. Hani sen herşeyi bilirdin ya, yaşamak için vazgeçilmez kalıplarına ve kendi ayağına taktığın prangalarına ne oldu? Veya daha şeytani düşünerek ilerde beklediği faydaya odaklanarak harcar koca bir ömrü. Mesela ilerde bana bakacak diye evlat dünyaya getirir ve zamanı geldiğinde bana iyi baksın diye etrafında pervane olur bu canlının. Uzun yıllar çocuğuna iyi hizmet etmekten, gerektiği kadar yalakalık yapabilmekten başka birşey düşünmeden hayatı ıskalar durur. Ama gözden kaçırdığı birşey vardır ki; onun bakışaçısıyla büyüyen çocukta kendi geleceğini garantilemek amacıyla başkalarına yatırım yapmaya başlamıştır artık, geçmişe vefa diye birşey taşımayan bu yaratık. Hayatı doğal akışına bıraksak zaten her ana yavrusuna bakar gerektiği gibi, nitekim doğadaki tüm canlılar hiçte zorlanmadan yapmaktalar bunu. Ama hani kendilerine biçtikleri  o kalıplar var ya, hiçbirzaman durmayı bilemez maalesef bu ana rolü oynayan ikiyüzlüler. Kendi planında olmayan başka bir garanti keşfederse haspelkader belki o zaman soyunur bu yalancı ana rolünden. Ya çok mu zordur, içimizden geldiği ve vicdanımızın bize emrettiği gibi yaşamak, niye hep hiçbirzaman emin olamayacağımız kimselerin bakış açılarına göre kıvırıp dururuz bilmem. Kendimizi bir türlü sevemeyişimizden midir acaba, başkaları tarafından kabul görmek veya beğenilmek için bu kadar çırpınışın sebebi. Memnun edilmesi gereken tek mercii kendimiziz aslında, diğerlerini memnun etmeye çalışmak insanın kendiyle çelişmesidir, aynı ortak paydada buluşabiliyorsak ne mutlu o zaman. Hayatı kendisi için yaşamak bencillik değildir asla, tam tersi dürüstlük ve gerçek insan olma halidir. Kendin için yaşarken hayatı, anana-babana saygı gösterirsin, evladını sever sorumluluğunu taşırsın, çevreye ve insanlığa faydalı bir birey olmaya gayret edersin. Buradaki fark hayatı kendi bakış açından görmek ve kendi doğrularına göre davranmaktır. Kendi ölçülerine göre yaşamak insanı şirke düşmekten korur, dünyevi anlamda ise kendini sevmene sebep olur.

17 Ağustos 2010 Salı

ZAMANDA GERİ YÜRÜMEK

    Evet zamanda geri yürümek dedim ama zamanda yolculukla karıştırılmasın, bence zaman yolculuğundan daha ümit verici bir kavram bu. Dilimin döndüğünce açıklamaya çalışacağım; birşeye niyetlendiğimiz andan itibaren istediğimiz sonuca ulaşmak için yaşayacağımız şeyler zamanda geri yürümektir. Bu konularda uzman olmadığım için sadece bir duyum olarak söz edeceğim, Allah kabul etmeyeceği duayı etmeyi kısmet etmez insana derler. Yani kabaca, birşeyi eğer diliyorsak veya yapmayı hayal ediyorsak zaten bunun olma ihtimali çok yüksektir ya da olacaktır. Bu yüzden ben sabah kalkıp markete gidiyorum dediğimiz zaman zaten markete gitmişizdir zamanın bir yerinde, şimdi geriye kalan o markete gitmek için geçireceğimiz aşamaları deneyimlemektir. Zamanın geçmiş, gelecek ve şimdi olarak ayrılması sadece bizim algımızla ilgilidir. Aslında zaman, sonsuz bir şimdi olan tekbir andır. Bizler yaşadığımız evrenin kuralları gereği birbiri ardına sıralanmış anlar olarak deneyimleriz bunu. Şimdi sonsuz bir anda yaşadığımızı düşünürsek, istediğimiz şey zaten gerçekleşmiştir, bize kalan sadece bu dileğimiz yerine gelirken geçireceğimiz aşamaları deneyimlemektir. Belki de bilincimizi gerçekten yükseltebildiğimiz zaman artık kalbimizden geçirmek yeterli olacak isteklerimizin gerçekleşmesi için, bu zaten oluyor da bizler tam olması gerektiği gibi anlayacağız bu olayları. Tüm bunları söylemekteki amacım ordan burdan duyduğum şeyleri kendime mal ederek lugat parçalamak değil aslında, insanların daha ümitvar olabilmesi ve içinde yaşadığımızı düşündüğümüz kaostan kurtulabilmemiz için küçük bir bakış açısı kazandırmak kendimce. Gerçektende bizler saf enerjiden yaratıldık ve yaratıldığımız saflığa yaklaştırmayı başardığımız ölçüde enerjimizi mutlu olacağız ve yaratılış amacımızı yakalamak konusunda mesafe katedeceğiz. Zira bizler laf olsun diye gelmiş olamayız bu aleme, yapmamız gerekeni bilmenin ve başarmanın zannımca en iyi yolu pozitif olmak ve bizden daha güçlü olana koşulsuzca güvenmek. Yaratılışımızda şefkat var ve sırf bu yüzden dahi iyi şeyler beklememiz hayattan en mantıklı olanı herhalde. Bir bakın etrafınıza bir karıncasından bile vazgeçmeyen rahmet bizden mi vazgeçecek, bu konuda ümitsiz olmak iftira değil midir yaratıcımıza! Acizane diyorum ki; bulmak istediğimizi ümit edelim ve tabiki hüsnü zan ile bakalım hayata ve onun sahibine. Tüm iyilikler üstünüze olsun, kalbiniz güzelliklerle dolsun.

12 Ağustos 2010 Perşembe

HAYATI ASKIYA ALANLAR

    Sıkça duyuyorum çevrede; ben artık çocuklarım için yaşıyorum, hayatımı ona adadım, kendimi hiç düşünmedim v.s. Bak, neye adanmış olursan ol kendini tanımlarken yine de ben diyorsun. Demek ki, tüm o varlıkların olması için önce senin olman gerekiyor. Ve inanın bana kendinizi pasifize etmekle ancak o değer verdiğiniz varlıkların gözünden daha fazla silinirsiniz. Başka da bir işe yaramaz bu fedakarlıklar. Yok efendim öyle demedim; kendinden başkasını düşünme, sorumluluklarını bilme, benmerkezci ol, nalıncı keseri ol demedim. Benim demek istediğim; hayatındaki diğer herşeyin olması için ön şart, senin olmandır, eğer sen ollmazsan nasıl senin anan, baban, eşin, çocuğun, işin, evin v.s. olabilir ki? Biliyorum biliyorum hayatımızın vazgeçilmezleri vardır, asla onsuz bir bütün hissedemeyeceğin şeyler vardır, mesela benim kızım ve okuma aşkım gibi. Sorun olan, kendimizi bunlarla tanımlamamızdır yani, kendimi M......nin annesi, iyi bir okur olarak tanımlayamam ben, bunlar ancak benim önemli birer parçamdır evet ama, beni asıl tanımlayan şey bunlar değil, ben Sema'yım. Başkaları için yaşanan hayat gerçekte ziyan edilmiştir, şimdi insanlara gözlerimizi kapatalım mı diyorsunuz belki, hayır bunu asla yapmayın. Bunu varoluş nedeniniz olarak görmeden yapın diyorum, istediğiniz için, bundan zevk aldığınız için, değer yargılarınıza uyduğu için, ruhunuza hitap ettiği için yapın. Çocuklarımı büyüttüm, artık rahat edeceğim diyeceğine arkadaşlarım, artık onların daha rahat etmesi için ne gerekiyorsa yapacağım, bundan sonra bana birşey gerekmez diyorlar. Kardeşim yaşayacak hiçbirşeyin kalmadıysa git mezarına girde dünyada boşuna yer işgal etme diyorum bende onlara. Kendimize karşı başka herkese olandan çok daha fazla sorumluyuz, sizi uyarıyorum. Bize verilen bu yaşama nimeti öyle hafife alınacak birşey değil,  diğer hayatımızda geçmişimizin  muhasebesi yapılırken sadece iyi ve kötü açısından yargılanmayacağımıza inanıyorum, bu nimetin ne kadar farkında olduğumuz ve kıymetini bilip bilmediğimizle de sorgulanacağız. Artık eğitimin zorunlu aşamalarını tamamladık bu seviyede, şimdi doktora ve uzmanlık zamanı, uyarıyorum bak sonraki hayatımıza burada kaldığımız yerden devam edeceğiz, ne kadar mesafe katedersek o kadar iyi değil mi yani sizcede? Bu konuda daha çok söyleyeceğim var ama, şu an müsait değilim, bu konu burada bitmez.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

DÜŞÜNMEK

      Yakın zamana kadar kafamı patlatırcasına düşünmeye devam edersem sonunda hayatın anlamını bulmayı başaracağımı sanırdım. Sürpriiiiiiiz, hayatın anlamı düşünerek bulunmuyor tam tersi böyle sürekli düşünme halinde hayat ıskalanıyormuş. İyi de, beyinsiz biri gibi yaşayarak hayat nasıl yaşanır diyeceksiniz biliyorum. Kastettiğim beyinsiz gibi yaşamak değil zaten, sadece günün getirdiğini yaşarken olaylara fazla anlam yüklemeden olduğu gibi kabul edin herşeyi. Kırküç yıl sonra bana birşey öğretti hayat; beynimizle düşünmek değil, kalbimizle hissetmek bilinmeyene ulaşmanın yolu. Tabi ki beynimiz bize boşuna verilmedi, birşeyleri düşüneceğiz, öğrenmeye ve anlamaya hatta keşfetmeye çalışacağız. Ama düşünerek değil inanın bana niyet ederek ulaşılıyor sonuçlara, niyet şu an bilemediğimiz mekanizmaları çalıştırıyor ve ilgilendiğiniz konuyla ilgili ilham geliyor insana adeta. Zira, bilmediğin birşeyi nasıl düşünerek bulabilirsin ki, bulmak için onun biryerlerde kayıtlı olması gerekir. Bunun için düşünerek bulamıyoruz aradığımız şeyi, düşünerek ulaşıyoruz o ilham perisinin kapısını açan anahtara, veya telefon numarasına diyelim. Bizden daha büyük bir sistemin içinde mevcut tüm aradığımız sonuçlar, biz düşünerek o sonuçlara giden yolda bir adım atıyoruz sadece, kalanı sadece bir lütuf bizim için. Naçizane içimden gelen sese kulak vermeyi öğrendim ben ve gerçekten niyetlendiğim şeylerle ilgili tüm gerekenler adeta ayağıma geliyor artık. Tabi bunların bilimsel olarak hiçbir değeri yok, hayatımın bir hülasası sadece. En büyük ansiklopedi, hayat ansiklopedisi bence ve ona başvurmayı öğrendim artık, diğer bilgilerin doğruluğu herzaman kanıtlanmış olmamasına rağmen, bu ansiklopedideki reçetelerin hepsi denenmiş ve sonuçları tecrübeyle sabittir. Herkese tavsiyem hayatınızı sırtınızdaki bir çuval olarak değil de bir define sandığı olarak kabul edin, bakın o zaman yaşamınız sizin bu hüsnüzannınızı doğru çıkarmak için ne güzellikler serecek önünüze. Tüm yaşanmışlıklarınızın yolunuzu aydınlatması dileğiyle.

6 Ağustos 2010 Cuma

UÇURTMANIN İPİ KOPUNCA

   İpi kopmuş uçurtma gibiyim bu aralar, sanki biryere kadar yaşadım ve artık bundan sonra aynı düzlemde yaşamaya devam edemeyecekmişim gibi geliyor. Tanıma uyarak bende hava akımına teslim olmuş uçup duruyorum, buna uçmak denirse tabi savruluyorum aslında. Kimbilir, belkide dümeni kırık bir gemiyimdir aslında, kendime bir kimlik uydurup insan olarak yaşadığımı varsayıyorum. Sanki içimde benden bağımsız biri daha yaşıyor. O pek şikayetçi değil bu savruluştan, ama bugüne kadar üzerimde taşıdığım etikete uymuyor bu hallerim. Herkesin benden beklediği insan olamamak beni pek üzmüyor aslında, tabi duygu sömürüsü yaparak kendi yaşayamadığı hayatını benim üzerinden yaşamaya çalışan insanlar var benim hayatımda da. Dile kolay hep sorumluluk sahibi, herkesin yardımına koşan, herşeyin en doğrusunu yapmaya çalışan kendince, kimseyi kırmadan hayatının dümenini hep elinde tutmuş bir kadın var ve şimdi bu kadın artık dünyayı koydum bir kenara kendim için yaşıyorum bundan sonra diyor. Tabi bir feryat kopuyor çevreden; aaaaaaaaa artık elimizi yakmak zorunda kalıcaz maşamızı kaybediyoruz diye. Hep elini taşın altına koyan ben oldum, herkesin bir mazereti vardı kaytarmak için, hadi canım senin ne mazeretin olabilir derlerdi lisan-ı hal ile. Sorumsuzluğun dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum şu ara, bir sıkıntın varsa önce kendin derdine düş kardeşim diyorum herkese. Bakıyorum da geriye, onun bunun derdinden kendime hiç zaman ayıramamışım, soramamışım içime hapsettiğim o kadına sen ne istersin diye. Ha evet hayatımı istediğim gibi yaşadım şimdiye kadar, kim ne derse desin. Buna rağmen devamlı herkese açık bir yardım kuruluşu gibiydim, birgün baktım ki yardımına koştuğum insanlar bunu bir insanlık tezahürü değil de benim mecburiyetim veya hayatımı yaşayış şeklim olarak algılamışlar meğerse. Yani aman siz tatlı canınızı sıkmayın ben hallederim durumu olmaya başladı, işin kötüsü artık bunu en doğal hakları olarak görüp kendime vakit ayırdığımda insanlardan tuhaf tepkiler almaya başladım. Evet tüm yaşadıklarımı kendim seçtim ama, bunu yaparken hep çevremin ihtiyaçlarını aldım göz önüne, evet ne istiyorsam onu yaptım hep ama şimdi bu isteklerimi belirleyecek olan başkalarının ihtiyaçları değil, kendi ihtiyaçlarım. Demek ki kendimi kandırmışım bu benim seçimim derken, nasıl öyle olabilir ki; kendimi düşünerek alamıyorsam kararlarımı. Evvet ipi kopardım sonunda, önceliklerimin başına koydum Sema'nın isteklerini ve bana yakınlığına göre sıralıyorum artık insanlara karşı sorumluluklarımı. Bu demek değil ki; kimseye yardım etmeyeceğim bundan sonra, kimsenin sırtını sıvazlayıp bir dost omzu sunmayacağım zor anlarında onlara. Fark şu ki; bunları kendim istediğim için yapacağım sadece, talep üzerine değil asla. Ve şu anda Sema hoş bir hava akımına binerek uçmak istiyor gönlünce, aşağıda kalanları düşünmeden. Omzumdaki yükleri atınca anladım yaşamın ne demek olduğunu ve var olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum şimdi. Herkesin hayatı kendi çözmek zorunda olduğu bir bulmacadır ve kendi bulmacamın bir ucundan başladım çözmeye, hadi rastgele!

29 Temmuz 2010 Perşembe

BUDAMA MEVSİMİ

     Evet dostlar herşey gibi hayatın da bir budama mevsimi vardır, kimi diğerlerine yer açsın diye, kimi de daha iyi serpilip gelişsin diye budanır hayattan birşeyler. Bazen hiç bitmeyecek diye başlayan beraberlikler, bazen uzun geçmişi olan bir dostluk payını alır bu mevsimden, bazen de bir annenin eteğini çekip gidişidir küçük çocuğun parmakları arasından bu. Budayan için belki sorun yok ama, fikri sorulmadan budanan ve yabani ot misali bahçeden sökülüp atılanlar için aynı şey söylenemez herhalde. Bazen de öyle abartır ki hayatınıza dahil olan biri, siz budamak veya söküp atmak zorunda kalırsınız onu bahçenizden. Peki bunda sorun ne diyeceksiniz, kangren olmuş bir uzvu kesip atmaktan başka çare var mıki? Ne biliyim belki de yok, ama kendinizden birşeyler bırakmış olmaz mısınız peki o attıklarınızın içinde. Sonuçta hayatımıza dokunan herşeye bizden bir parça bulaşmaz mı, onu hayatımızdan uzaklaştırdığımızda bir parçamızda onunla beraber bırakmaz mıyız acaba? Kimbilir, belki de bazen kendimizden birşeyleri de feda edebilmeliyiz devam edebillmek uğruna! Tek sahip olduğumuz şu ansa eğer, o zaman tek sahip olacağımız da şu anda olduğumuz kişidir belkide. Amaaaaan kafam karıştı, bilgisayarın başına otururken bidolu cümle vardı kafamda halbuki şu an bomboş içi. Hayatla hesaplaşmak olunca konu ne kadar da acemileşiyoruz değil mi? İçimizde ifade edilemeyen duygular. Bazen düşünürüm, acaba biz kaderin elinde oyuncak mıyız, yoksa dümen gerçekten bizim elimizde mi diye. Dümen elimizde olsa ne olacak sanki, duygularımız ve sorumluluklarımız olması gereken manevraları yapmamıza imkan tanıyacak mı acaba? Şu hayat oyununu gerçekten ustaca oynayabilen kimseyi tanımadım henüz, varsa tabi öyle biri. Bazen kafamdaki sorulara bir çözüm olur belki diye felsefeye dalarım, sonuç; sıfıra sıfır elde var sıfır. Bu yaşamın içinde soruları yanıtlayabilen yok belki de, ancak üç boyutlu bu cendereden kurtulunca bulacağız belki cevapları. Umarım herşey için çok geç olmaz o zaman!

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Hayat bir masal gibidir, nekadar uzun olduğu değil, nekadar güzel olduğu önemlidir.

EN KIYMETLİ İZLEYİCİME

    Şu anda beni özel olarak izleyen sevgili okurum, insanları onore etmeyi çok iyi biliyorsun ve senin bu özelliğin benim gibi acemi birine bile hergün bilgisayarın başına oturup birşeyler karalama cesareti veriyor. Birkez daha anlıyorum ki; ne kadar becerikli olduğumuz değil, ne kadar yüreklendirildiğimizdir aslında  başarımızın belirliyicisi. Senin o güzel yorumların ve kişisel olarak bana olumlu geridönüşlerin sayesinde kendimi gerçekten yazabilen biri olarak görmeye başlayacağım neredeyse. Benim için bu kadar önemli olan bir konuda desteğini esirgemediğin için sana minnettarım. Herkesin bir hayali vardır ya hani, yaşamında gerçekten özlemle beklediği, benimkide bu işte;gerçekten adam gibi yazabilmek. Tamam canım biliyorum şu anda bundan çok uzak olduğumu ama olsun ümit garibin ekmeğidir. Artık biliyorum ki sen benim gerçekten dostumsun çünkü: Dostlar birbirini iyi işlerde ve gelişme yolunda herzaman destekler, kendi egolarına kulak vermeyerek. Bana olan sevginin objektif bakmana engel olabileceği endişesini de taşımıyorum dersem yalan olur. Ama yine biliyorum ki, sen dobra bir insansın ve beğenmediğin birşeyi baban bile olsa söylemekten geri durmazsın karşınndaki. İşte bu da beni ümitlendiren bir unsur, kendimi bildim bileli okur, okur, okurum ve gittikçe bende bir aşk halini aldı bu okuyup yazma işi. Umarım bu Ferhat ile Şirin aşkına benzemez de ölmeden vuslata ereriz. Veeeeeeee tabiki bu aşkımızın ürünü de hep söylediğim gibi gıcır gıcır ciltli nurtopu gibi bir kitap olur umarım! Ve yine tabi ki, ailemi genişletmek için yeni çalışmalara başlarım ondan sonra da. Sevgili okurum ve en iyi dostum umarım sana layık yazılar eserler vücuda getiririm de senden hep böyle övgüler almaya devam ederim, en büyük hayalimi gerçekleştirmenin bonusu oluyor senin gibi okurlarımdan aldığım bu geri dönüşler. Duygulandım şu anda daha fazla devam edemiyorum, seni seviyorum, ruhundaki o ince çizgiyi hiç kaybetme ve çevrendeki hoyratlıkların onu silmesine sakın izin verme. Sevgi ve minnetle.........

25 Temmuz 2010 Pazar

BİRŞEY VAR AMA NE?

     Sizin başınıza hiç geldi mi bilmem ama benim başımdan hiç gitmiyor. Hani koşturarak markete gidersiniz ya, çok acil ihtiyacınız olan birşeyi almaya, gelgelelim reyonlara yönelince birden aklınızdan uçup gider alacaklarınız ve neye uğradığınızı bilemeden kalakalırsınız ortayerde öylece. Hah işte benim yaşamdaki halim aynen böyle, kalakaldım hayatın ortasında iki elim yanımda. Ben buraya birşey yapmaya gelmiştim ama ne? Yaşamaya geldin diyorlar dünyaya hayır, eh bir çocuk yapıp neslin devamına yardım etmeye diyorlar hayır, peki yaptıklarınla yargılanacağın için ne tür yaşayacağını görmek için geldin dünyaya hayır. Bence insanın yaratılışı daha büyük sırlara gebe. Biliyorum insan olarak bir görevim, yapmam ve yaşamam gereken birşeyler var ama ne? Doğrusu ben dünyanın imtihandan çok bir eğitim yeri olduğuna inanıyorum, dinimin öğretilerine bağlı olduğum için başka felsefelerden medet umamıyorum da,o zaman bize dinimizle ilgili anlatılmayan gerçekler olmalı. Eğer öyle olmasa beni dürten bu duygu ne peki? En samimi ve masum duygularımla biliyorum, benim burada şu anda henüz çözemediğim bir görevim var. Yaşamdan tek muradın şu anki yaşadıklarımız olduğuna inanamıyorum. Haşa benim içimdeki en güzel tahtlara oturttuğum o YARATICI bu kadar basit şeylerle yetinmez, O'nun daha yüce bir amacı var eminim ben.Belki de asıl bunu görebilecek miyiz diye deniyor bizi. Bunu anlamalıyım yoksa asla huzur bulamayacağım, gecenin bir yarısı uyanıyorum yapmam gereken birşey var ve ben burada tembel tembel yatıyorum diye huzursuzluktan kıvranarak. Kaybettiği çok değerli birşeyini bulana kadar huzur bulamaz ya insan, işte öyle bir kayıp duygusu yaşıyorum sürekli. Şimdi hayatımdan memnun olmadığımı düşüneceksiniz belki ama yanılacaksınız, hayatından memnun olmak için herşeye sahip ender insanlardan biriyim. Ama insan sadece kendi mutluluğundan sorumlu değildir ya hani, bende işte böyle ihmal ettiğim birşeyin ağırlığını taşıyorum. Bu arayışım kendi mutluluğum için değil, yaratılış amacımızı gerçekleştirerek sorumluluğumu yerine getirme gayreti ve huzuru bulmanın tek anahtarı benim dünyamda. Dile getiremediğim en önemli sorunum şu aslında; biz neden yaratıldık ilk başta yani, dünyaya gelişimizden bahsetmiyorum ben, ruhlarımızın ilk yaratılışından bahsediyorum. Bu konuda samimi bir fikri olan varsa lütfen benden esirgemesin, gerçekten bu benim için çözülmesi gereken en büyük problem ve hani biryeri ağrırken insanın nasıl hiçbirşeyden zevk alamazsa, bende dünyanın hiçbir nimetinin tadını çıkaramıyorum bu sorular beynimi kemirirken. Herşeye rağmen sana şükrediyorum ALLAHIM ve beni aydınlatmanı diliyorum senden, tüm insanlıkla beraber.

KİMİN UMURUNDA

     Kendimize hep bir aynadan bakmaya alışmışız, maddi olana ve manevi olana. Hadi dış görünüşümüzden başka türlü haberdar olamıyoruz günün şartlarıyla bunu anladık peki ya içimize bakmak için aynaya neden ihtiyacımız var o zaman. Ha anladım ayna olmadan kendimi nasıl göreceğim diyorsunuz. Ama bu aynanın güvenilirliğini ve sağlamlığını kim ve nasıl kontrol edecek. Duvarımıza astığımız aynayı kontrol etmek kolay hemen hemen gerçeğine yakın görüntü verip vermediğini anlarız öyle ya da böyle. Peki karşımızda duran ve sürekli bizi izleyen etten kemikten oluşan aynaların güvenilirliğini ne garanti ediyor? Hadi diyelim kendi herşeyi olduğu gibi görebildi gerçekten, bize bunu doğru yansıtacağının garantisi var mı? Bunun nefsi var, egosu var, bize olan ve asla objektifliğinden emin olamayacağımız duyguları var, birde üstüne üstlük onunla olan geçmişimiz var iyi veya kötü. Gel de çık işin içinden bak şimdi bu aynaya ve kendine ona göre çekidüzen ver bakalım. Durun hemen öyle ümitsizliğe kapılmayın, ben size en gerçek ve asla yanılma payı olmayan aynayı söyleyeceğim, vicdan diyoruz biz buna ve siz susturmak için kafasına çok sert bir cisimle vurmadıkça, maddi ve manevi rüşvetlerle geçici olarak gözünü bağlamadıkça asla size gerçeği söylemekten vazgeçmeyecek bu ayna. Susturmak derken aslında susan o değil, biz kulaklarımızı sımsıkı kapatırız ve ona verdiğimiz rüşvetlerle vicdanımızı susturduk zannederken aslında daha büyük bir gürültü çıkararak onun sesini kamufle etmektir tüm yapabildiğimiz. O rüşvet dediğim şeyler de aslında kulaklarımızı tıkamak ve gözlerimizi bağlamak için kullandığımız tıkaçlardır kendi kendimizin. Belki bir dost el gelip çıkarır atar gözümüzdeki ve kulağımızdaki bu paçavraları şanslıysak ve bu dost elleri küstürüp atmadıysak zamanında. Yani dostum bırak elalemi sen kendini ikna et yaptığının doğruluğuna.Ben daha da ileri gidiyorum ve diyorum ki; kimin umurunda başkasının dediği, henüz o başkalarının gerçek olduğu ispat edilememişken çağımız bilimi tarafından bile. Tek gerçek var o da kendin, sen içindeki seni mutlu et bil ki; tüm dünya mutlu, çünkü içinde tüm alemi taşıyan bir varlık var o da sen. Kendini asla küçümseme, küçük olsan şah damarından daha yakın olur muydu koca alemlerin yaratıcısı sanıyorsun. Sen kendinden hoşnut olursan tüm dünya çevrende pervane, yaratan sever seni O her aynadan iyisini gören ve bilen en son gaye.

23 Temmuz 2010 Cuma

ÇOK ŞEY Mİ İSTİYORUM?

   Sizce çok şey mi istiyorum, hayattan küçücük bir gülücük beklerken? Peki küçücük bir bahçe isterken ya da kardeşimin iyi bir işi ve evliliği olsun isterken? Kızımın işinde ve okulunda başarılı olmasını isterken ya da? Sonra çocukluğundan beri hayalini kurduğu o kırmızı arabayı almasını isterken, erkek kardeşimin çooook iyi bir animatör olmasını ve yurt dışından bile iş teklifi almasını isterken peki? Aslında tüm sevdiklerimin kendince mutlu ve başarılı olmalarını isterken, ama kendim için küçük bir bahçe o hep var hesapta. Aaaaa evet yayınlanmış gıcır gıcır ciltli bir kitabım olmasını isterken asıl. Çok şey mi istiyorum yani, insanlara yardım edebilecek maddi ve manevi gücüm olsun isterken, kendim için asla hayalim olamaz maddiyat olsa olsa küçücük bir bahçe ve gıcır gıcır ciltli yeni basılmış bir kitap. Tabi birde bunları hak edip etmediğim konusu var ama, ben bunlara layık olmayı da istiyorum zaten! Hani şu kuantum dalgası var ya, bende ne olur ne olmaz diye kendimi şipşirin bir bahçede kendi yazdığım kitabımı okurken hayal ediyorum yüzümde salakça bir tebessümle. Eee ne demiş atalar; olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.

MANİK DEPRESİF

    Bende ne kadar mutluyum diye aptalca sırıtarak geziyordum ortalıkta. Şüpheleniyordum zaten ama, bugün birkez daha öğrendim ki manik depresif olma durumuymuş benim bu yaşadıklarım. Ya insanı bırakmıyorlar ki şöyle bir Poliyanna'cılık oynasın, hemen yapıştırıyorlar çift taraflı duygulanım bozukluğu diye. Yok arkadaş ben ısrar ediyorum, bu duygulanım bozukluğu falan değil ben resmen dünyayı koydum bir torbaya salladım vurdum duvara. Aslında ben hayatın gerçekten o kadar ciddiye alınmaması gerektiğini farkettim birkez daha. Peki sorun ne ozaman diyeceksiniz şimdi, sorun şu ki; bu kadar mutluluk ve enerjiyle ne yapacağımı bilemiyorum. Bir yerlere kanalize edemezsem bu enerjimi infilak edeceğim Allah korusun ya da bukadar yüklenmeyi kabul etmeyip çökecek tüm program diye korkuyorum. Aslında bu benim için çok yeni bir durum değil de, böyle alevleniverince telaşlanıyorum. Çok genç yaşlarımda yaşadığım tarifsiz sıkıntılarım sırasında bile çevrede hep işleri tıkırında bir kadın imgesi yaratırdım elimde olmadan, herhangi bir sorun konuşulurken  kızım senin tuzun kuru gülersin tabi derlerdi. Bağırmak isterdim avazım çıktığı kadar; ulan benim akşam çocuğumun önüne koyacak bir kaşık çorbam yok diye, yapamam çünkü ben, hayatın tüm getirilerini mahzun bir gülümsemeyle karşılayanlardanım. Sıkıntıların ve bana kötülük edenlerin yüzüne tükürürcesine gülmeyi anlıyorum, daha doğrusu bundan başka bir yaşam bilmiyorum da, böyle durup dururken mutlu olmak işte o, anlayamadığım ve başa çıkamadığım birşey. Benim için acayip bir fenomen daha abartılısı. Ne diyim hakkımda hayırlısı.........

21 Temmuz 2010 Çarşamba

İÇİMDE NEDENİNİ BİLMEDİĞİM BİR HAFİFLİK

     İçimde nedenini bilmediğim bir hafiflik var bir süredir. Ama tuhaf olan bununla ne yapacağımı bilemeyişim. Elime bir kitap alıyorum sanki ben kitabı değil, kitap beni okuyor. Gündelik işlerimi yapmaya çalışıyorum, sanki onları niye yaptığımı anlayamıyorum, aslında yapmam gereken herşeyi zaten yapmış gibiyim. Hani daha önemli işleri varken ufak ayrıntılarla uğraşır ya bazen insan birşeylerden kaçmak için. İşte benim yapmakla yükümlü olduğum işlerde bana asıl sorumluluğumdan kaçmak için icad edilmiş kaçamaklar gibi görünüyor. Kafamda birdolu düşünce var ama ne düşündüğümün farkında olamayacak kadar kendimden bihaberim. Asıl korkunç olan ise bunca bunalmışlığın arasında garip bir şekilde mutluyum ve hayatımda hiç olmadığım kadar halimden memnunum. Garip bir esrikliğin içinde sanki kocaman dalgaların arasında yüzer gibiyim, bunun için iyi yüzücü olmam gerekmiyor zira kütlem hemen hemen sıfır. Ruhum kocaman bir uçan balon ve o gittikçe şişiyor, o şiştikçede ağırlıklarım gittikçe önemsizleşiyor. Şu anda öyle tuhaf bir haldeyim ki; sevdiklerime gelecek bir zarar haricinde dünyadaki hiçbirşey bana ulaşıp, incitemez. Ölecek miyim neyim, dünya gözümde gittikçe küçülüyor ve hissedebilldiğim tekşey müthiş bir heyecan; ne için olduğunu bilmediğim ve sevgi beni incitenlerde dahil herkese. Daha diyeceklerim var ama dedim ya şu an dile getiremiyorum, bunları yazıyorum çünkü birine anlatamıyorum ve birşekilde ifade etmezsem dayanamayacağım.

YUMURTA

     Mutfak pencereme bir kumru çifti yuva yapmış. İki tane yumurtaları var, ben onlara torunlarım diyorum. Yumurtalarına bakıyorum anneleri üzerlerinden kalktıkça. Çocukluktan beri yumurtalar beni çok etkiler, içlerinde barındırdıkları mucizeden mi acaba, içlerinden bir canlı çıkması bana her zaman sihir gibi gelmiştir. Aslına bakarsak doğadaki herşey bir sihir, bir mucize. Oldukça kırılgan bir kabuğun içinde saklanan ve gelişen bir yaşam, tuhaf değil mi bu? Yani böylesine değerli birşeyin bunca kırılgan bir yapıya emanet edilmesi. Belki de kırılgan sandığımız şeyler o kadar da kırılgan değil, kimbilir? Düşünün bir kere, doğadaki tüm yaşamlar başlangıcında hep kırılgan diye nitelenen canlılara emanet değil midir? Yani dişilere, önce vücutlarının içinde-sonra kollarının arasında. Ama bu küçücük canlılar en mükemmel şekilde korunup kollanırlar her zaman. Tabi ya bu narin yaratıklarla hemhal olmak için narin birşeyler gerekir, anneler gibi. Narin fakat yavrusuna yönelen bir tehlike olduğunda en cengaver erkeğe bile parmak ısırtacak kadar saldırgan ve gözüpek analar. Anne olduğunda yeniden doğar bir kadın, tüm o yumuşaklık ve kırılganlığına karşı amazon olabilen gerektiğinde. Ortada o küçük canlı varsa tüm dünyaya tek başına meydan okur işte o doğan kadın. Hani derler ya; yükte hafif pahada ağır diye, işte o yaklaşık üç kiloluk canlı terazinin bir kefesine konduğunda diğer kefeye değil tüm dünya evreni koysanız yine sağlayamazsınız eşitliği, her zaman ağır basar küçücük yüküyle o kefe. Gelgelelim, birine muhtaç olursa eğer bu anne, o zamanda hiçbiryere sığmaz bu küçücük ağırlık, yine tüm dünyaya karşı ağır gelir terazinin gözünde ve dünyanın sığdığı yerlere sığmaz asla hiçbirşekilde. O zamanda dünyanın en güçlü zırhı olur evlat sevgisi; zırhı sevgi, silahı sevgi, ödülü sevgi, ekmeği-suyu sevgi. Dünyadaki herkesi ve herşeyi alın karşınıza ama; yavrusunu koruyan bir anneyi ve vatanını savunan bir askeri asla. Çünkü; onların görevi kutsal, emaneti tanrıdan ve vaadi cennetten.

15 Temmuz 2010 Perşembe

ÖRTÜ

   Sanki orada birşey var, tam yüzeyin altında, elini şöyle bir uzatsan tutuvereceğin kadar yakında. Hani yazlığı terkederken eşyaların üzerine örtü serersin ya, işte bizim gördüğümüzde üzerine aslına göre çok mat ve basit bir örtü serilmiş gerçek aslında. Bazen dürter insanı kaldır üzerimdeki örtüyü diye gerçek. Ama mesele bu dürtüyü doğru yorumlamak, ondan kurtulmak için kendine garip meşgaleler icat etmek ya da vakit değerlendirmek adına vakit öldürmek değil. Herkesin bir hobisi olmalı evet bende buna katılıyorum da, bu hobi herşeye rağmen ve herşeyi bize unutturacak şekilde olmamalı bence. Yani diyorum ki; hobilerimiz bizler için bir uyuşturucu olmamalı, hiçbir zaman düşünme melekemizi askıya almamalı. O zaman ne farkı kalır bangır bangır dedikodu yapan magazin programlarından bu hobilerin. Eğer sevdiğimiz bir işi yaparken günlük karmaşalardan uzaklaşıp, hayata ve çevreye başka bir perspektifle bakabiliyorsak ne mutlu. Hobi, insanı günlük rutinden uzaklaştırarak zihni özgür bırakan bir uğraş olabildiği kadar başarılıdır ancak. Her konuda olduğu gibi toplumsal bir uyuşturucu olarak kullanılldığı düşüncesini taşıyorum ben maalesef. Herkes zaman zaman tüm günlük rutinini biryana bırakıp bir değişiklik yaşamalı, bu farklı birşey yapmak olabilir veya hiçbirşey yapmadan kendini dinlemek her nerde olursa. Birşeyler için zorlanmaktan dolayı doğal potansiyelimizi bulamıyoruz hiçbir zaman, aslından uzaklaşmış insan robotlar olduk ne yazık ki. Yaşamak zorunda olduklarımız hep bu soluk örtüyü daha iyi yaymak ve daha güzel sarıp sarmalamaktan başka bir işe yaramıyor maalesef gerçeği. Beynimiz, hayal gücümüz ve hatta zevklerimiz bile birileri tarafından bir kutuya konmuş onların kar edebileceği şekilde yeniden biçimlendirerek sunulmuş tekrar bize. Tabi ya madem bizler birşeyler yaşayacağız eh o zaman bundan birilerininde cebinin dolması lazım muhakkak. Yani diyorum ki; herşeyimizle kuklacılarımızın çıkarına hizmet etmek durumundayız, ama bu durum değiştirilemez değil asla, yeter ki kim olduğumuzu tekrar hatırlayalım. Bizler evrenin en şerefli yaratığıyız ve bize verilen imkanlar aynı zamanda altından kalkılması zor olan sorumluluklar da getirmekte. Şöyle bir durup düşünelim, ben kimim, neyim ve gerçekten ne istiyorum diye. İnanıyorum ki o zaman perde aralanmasa bile hafifçe transparanlaşmaya başlayacak gözümüzde. Kendimi bildim bileli hayatın daha derin bir anlamı ve yaşanması gereken daha başka yönleri olması gerektiğini acıyla hisseden biri olarak eğer sizi bunalttıysam özür dilerim, yine de içimdeki soruları tam olarak anlatamadım ama en azından bu çaresizliğimi birine daha bulaştırma ümidiyle sadistçe bir zevk almadım desem yalan olur bu yazıdan. Öğretildiği gibi değil de hissettiğimiz gibi bir hayat yaşayabilmemiz dileğiyle, tüm insanlığa sevgiler yolluyorum, bu zorlu yolun yolcuları olmaları hasebiyle.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

DOĞRU SÖYLEYENİ!............

       Zor şeydir doğruyu söylemek, peşin peşin kabul etmek gerekir sonuçlarını. İpe götürür Alimallah insanı. Sen kimsin ki gerçek hakkında bir fikrin olsun, hele hele birde bunu birileriyle paylaşma cüretini göster. Herhalde ya aklından zoru olmalı insanın ya da dünyayla pek bir alışverişi kalmamış derviş yürekli. Hem birşeyin doğruluğunun ölçüsü nedir ki? Kime ve neye göre doğru? Hadi diyelim kabul görmüş evrensel kurallara göre doğru söylediğiniz, peki ya bu doğrunun hedefi olan kişi acaba bu kuralları sindirebilmiş mi? Ya senin doğrunla onunki örtüşmüyorsa ne olacak o zaman. Tabiki çatışma, sonrasında da ukalalık ve çok bilmişlikle suçlanacaksın, tabi efendim neden sen de herkes gibi başını kuma gömüp çıkarını gözetmiyorsun ki? Valla size birşey söyleyim mi, kimse sevmez doğru söyleyeni, gerçeği böyle katıksız duymayı.......... Ama asıl kahramanlık bu ya, gerçeği eğip bükmeden konuşacaksın, kimseye yalakalık olsun diye üzerinde oynamayacaksın gerçeğin. Sonra birilerine yaranayım derken kendinden nefret etmek var işin ucunda benden söylemesi. Bu öyle zor iştir ki, kendinden her hal ve koşulda memnun olmak, bunu başarabilen asıl mutluluğu yakalamıştır işte. Benim inancıma göre başkalarının hakkımdaki düşünceleri sanal ve fazla üzerinde durulmaması gereken şeyler, her an değişebilir ve o başkalarının gerçek olduğunu henüz kanıtlayabilen olmadı. Bir ihtimal bu dünya tek başına oynanan koca bir oyun, bir simülasyon olabilir. Bana bunu düşündüren şey ise duygu ve düşünce bazında kimsenin beynine, ruhuna girememek belki de. Dünyada tek memnun etmem gereken varlığın vicdanım olduğunu düşünüyorum ve birine iyilik yaptığımda, çocuğuma baktığımda, işimi yaptığımda, dünya için herhangi birşey yaptığımda tek hedefim kendime karşı evet ben insanlığımın gereğini yerine getirdim diyebilmek.Doğru bildiğimi söyleyip insanlar tarafından hiç de adil olmayan şekillerde yargılandığımda da aynaya bakıp işte bu benim ve bunu benden kimse alamaz diyorum. Övgüleri, yergileri, sevgileri, nefretleri, maddi manevi verecekleri ve alacakları herşey sadece ve sadece onları bağlar, benim şahsım tüm bunların üzerindedir. Gerçek insanın ruhunu özgür kılar, dünyanın en güçlü silahı, en büyük hazinesi ve bizlere yaratıcının emanetidir. Emanete layık olmak ümidiyle!

BİLGİ

      Bilgi, herkesin peşinde koştuğu dünyanın en eski hazinesi. Peki bilgi bir amaç mıdır, yoksa araç mı? Bana sorarsanız bilgi amaçtır, herhangi birşeye ulaşmamızı sağlayan bir araç değil. Şahsen ben, bilginin kendine talibim neye yaradığı pek umrumda değil. Mesela; kozmolojinin hayatıma pratikte kattığı hiçbirşey yok, ama ben bulabildiğim herşeyi okuyorum bu konuda, pek çoğunu anlamasam ya da az sonra zihnimden uçup gitse bile. Veya fizik, kimya beni acayip cezbediyor, teknik anlamda anlamadığım pek çok tanımlamayla karşılaşmama rağmen yine de genel bir kavrayışa sahip olabiliyorum bu konularda. Şimdi elbette bunların benim için birşeye araç olması pek söz konusu değil, fakat birşey var; sanki hayata bakışım değişiyor öğrendiğim her yeni bilgi kırıntısıyla birlikte, evreni değil belki ama kendimi keşfetme konusunda mesafe katettiğimi düşünüyorum. Belki aslında bizden tanrının beklediği de budur kimbilir, verdiği ipuçlarını birbirine ekleyerek kendimizi ve bize verdiği yetenek ölçüsünde O'nu tanımamız. Sonuçta tüm bu evren, yaratılmışlık onun bilgisinin tezahürü değil midir?

28 Haziran 2010 Pazartesi

KENDİMLE BAŞBAŞA

       En iyi arkadaşım kendim, başkası anlamaz beni kendim kadar. Sıkılsada kaçamaz biryerlere, derdimi anlattığımda bilirim ki aleyhime kullanmaz bildiklerini. Herkesten çok sever beni, çünkü doğası gereği en çok kendini sever insan. Tahammül edemez sıkıntı çekmeme, elimden tutup yine o kaldırır her düştüğüm yerde. Hem kızımı da herkesten çok sever o, canını kor ortaya onun zorda kaldığında. Annem onun annesi, babam onun babası, aşık olsam anlatmakta sıkıntı çekmem hislerimi ve yine ayrıldığımda birinden, herzaman haklı çıkarır beni. Ben acı çekerken en sevdiklerim bile sadece seyreder, ama kendim öyle mi? Aynı acıyı hiç noksansız o da çeker benimle. Hayatın her anını sadece onunla paylaşabilirim, ya kendim olmasaydı kimle paylaşırdım şu yalnızlıklar dünyasını?

HERŞEYE RAĞMEN

          Hayat bazen çok hırpalar insanı, ama insanız işte severiz yaşamayı herşeye rağmen. Gelde çık işin içinden bu kadar eziyet çekerken nesinden vazgeçilmez bu yaşamın. Hiçbir nimetinden yararlanmadığımızı düşündüğümüz zamanlarda bile neden vazgeçilmezdir şu nefes alıp vermek. Ama yaşamak işte herşeye rağmen, sürükler bizi birşeylerin peşinde belki de bize kurdurduğu hayallerdir vazgeçilmez olan. Şöyle bir düşündüğümde yaşamak değil asıl vazgeçilmez olan diyorum, kurduğumuz herşeye rağmen içimizde yaşattığımız hayaller ve ümit bizi ayakta tutan. Her vurulup düştüğümüzde yeniden ayağa kaldıran bizi. Tıpkı yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi her düştüğümüzde yeni bir hevesle ayağa kaldıran, yaralarımızı sarıp devam etmemizi sağlayan ah şu ümit. En karanlık gecede bile çok uzak bir yıldızın ışıklarıyla yönümüzü bulmamızı sağlayan, çok uzaklardan gözkırpan bize. Belki de uzaklardan göz kırpmasıdır bizi sürükleyen, yakınımızda olsa bu kadar çekici olmazdı belki hülyalarımız. Ama birşey var gözden kaçırılmaması gereken, uzaktan gözkırpan hedeflerimize yürürken düşe kalka, attığımız adımları ıskalamadan yaşamak her haliyle. Hani derler ya dem bu demdir, dem bu dem. Yaşam aslında tek bir andır birbirine eklenen. Gözümüzü o uzak yıldızlara dikerken yürüdüğümüz yolu ıskalarsak yaşamı ıskalamış oluruz, çoğunlukla yaptığımız gibi. Evet, ümitlerimiz hayallerimiz olsun ufukta bizi bekleyen, ama ayaklarımızın altındaki yoldur asıl yuvamız, hayallerle beslenip mutlulukla yürüyelim yolumuzda.

24 Haziran 2010 Perşembe

BİZ ÜÇÜMÜZ

     Hırpalandık, üzüldük, kem gözlerle süzüldük. Bir elin nasıl birini okşarken dirseğiyle diğerini dürttüğünü gördük. Benim kalbim o zaman üç parçaydı, ben ve iki kimsesiz yavru, sonra bir kızım oldu bende kalan o bir parçayıda kızıma verdim. Sonuç ne mi? Artık kimseye verecek parçam kalmadı, belki bu yüzden başka çocuk yapamadım zira bu kadar parsellenmiş bir kalple ona haksızlık etmiş olurdum. Hep içimdekileri dört kişilik yaşarım ben, şimdi iki kardeşim daha var ve iyiki var. Onları da çok seviyorum, ama onların herzaman ve her şartta kendileri için çırpınan arkaları oldu. Diğerleri gibi ortada kalmış, yönünü şaşırmış birer zavallı olmadılar, iyiki de olmadılar. Diğeri henüz öğrenci, ama evli olan erkek kardeşim sağolsun beni hep arar, sorar. Onun mutluluğuyla, başarısıyla hep göğsüm kabarır. O bana kardeşliğin sorunsuz, hayatla barışık yüzünü gösterdi. Canım kardeşlerim iyi ki varsınız ikinizide çok seviyorum, biz üç acıların çocuğundan sonra siz filmin mutlu sonu gibisiniz. D........imin bir oğlu var şimdi, canım benim resmini bile görünce kalbim yerinden oynuyor. Rabbim iyi yazılar yazsın, hayat güzel yüzünü göstersin inşallah ona. F........o henüz bir öğrenci inşallah hayallerinin tümünü gerçekleştirir ve hayatın dikenli değil, asfaltlı yollarında yürür. O.........um yavrum kaç yaşına geldi hala küçük kimsesiz bir çocuk o benim için, kızım bile benim etkimle herhalde anne gibi davranır dayısına. Hayattan O'nun için dileğim vefalı ve çok sevecen bir eş ve içinde biriktirdiği tüm sevgiyi verebileceği güzel bir evlat. S.........im canım tek kız kardeşim, eğer o olmasaydı bu dünyada işte o zaman gerçekten öksüz olurdum ben. İki yavrusu var onun, bir kız bir oğlan içimizden "üçümüzden" tek aile olmayı başaran o çok şükür. Hayatın ona artık gül bahçelerini açmasını diliyorum, taşlı tarlalardan uzak olsun biricik bacımın yolu. Kızım M........şum benim hayat arkadaşım, can yoldaşım. Başka çocuğum olmadı ama O'nun hep iki kuması oldu, dayısı ve teyzesi. O'da benim huyumu aldı, teyzesi ve dayısına bir yeğen gibi değilde tıpkı bir anne abla tavrıyla yaklaşıyor, onlarla diyaloğu dayı veya teyze yeğen gibi değilde aynı şartlarda iki yetişkin gibi hep. Hayattan beklentim ne mi O'nun için? Cevap çok basit, hayatın benden esirgediği herşey.

23 Haziran 2010 Çarşamba

SEVGİ

     Bazı sevgiler vardır, haketmek sözkonusu değildir. Ana, baba, evlat sevgisi gibi. Onları  bir lütuf ya da bir lanet gibi "ne sayarsanız" seversiniz koşulsuz. Elbette kırılır, incinir ve kapanmayan yaralar alırsınız, hayat denen bu hengamenin içinde. Ama tıpkı bir lanet gibi sevdiğiniz insanları sevmekten vazgeçemezsiniz asla. Bazen bu incinişler nefrete dönüşür belki, ama sevgi herşeye ramen yerinde durur, sadece kızgınlığınız ve kırgınlığınızdan dolayı siz onları görmemeyi seçersiniz. Bir yabancıdan aldığınız yarayı atlatmak daha kolaydır, zira onlar size herhangi bir iyilik beklentisi sunmazlar doğalarında. O yabancıların vereceği hasar da size olan yakınlık ve yaşanmışlık derecelerine göre değişir. Yakınlık ve yaşanmışlık arttıkça yaşanan hayal kırıklıklarına verilen tepkiler de ağırlaşmaya başlar, bu nedenledir ki; birinci dereceden yakınlarımızdan aldığımız hasarları atlatmak çok ama pek çok zordur. Yakınlarımız doğal olarak bize vermeleri gereken sevgi ve şafkati esirgeyerek bize ihanet etmiş olurlar, bize ve kendi doğalarına, belki de bu ihanettir yürekleri böylesine yaralayan.Beklentilerimizin karşılanmaması doğal olarak bir isyan duygusu verir insana, beklenti nekadar yüksekse isyan o kadar büyüktür. İşte o isyanı çok büyük yaşayan sevdiklerime diyorum ki; kaldırın yüreğinizdeki yaraların kabuğunu  ve bakın altında tomurcuklanmayı bekleyen sevgi çiçeklerini göreceksiniz. O çiçekler ne kadar acımasızca çiğnenmiş olsa da emin olun en ufak bir gün ışığında açmaya hazırdır. İşte o gün ışığı hamurunuzdaki sevgidir. Hayatta benim için canımla eşdeğer insanlar var, onlardan ne kadar incinsem de asla sevgim bitmez, sadece gözyaşım akar ama sevgim o yaşların altında hep taptaze durur. Şunu bilin, bir insan sizi gerçekten incitebiliyorsa o sizin için gerçekten değerlidir. Değer vermediğiniz biri sizi incitemez, hala yüreğinde birine karşı kırgınlık taşıyabiliyorsan bil ki onu hala seviyorsun. Beni gerçekten kıran ama şu anda kesinlikle kırgın olmadığım insanlar var, çünkü onlar kırgın kalacak kadar değerli değillerdi gözümde, bitti hayatımdan çıkardım ve gitti. Eğer birine kırgınım diyorsan bil ki onu seviyorsun. Dünyadaki herşey gibi duygular da tersiyle yaşar, eğer biri benim için bitti diyecekseniz ona karşı kesinlikle nötr olduğunuzdan emin olun önce yoksa yanlış konuşmuş olursunuz. Hepimizin sevginin farkında olması dileğiyle, sevgiye açın gönlünüzü çünki gönül dünyanın en büyük kapısıdır. Ve o kapıdan girmekte çıkmakta çok zordur, hep açık kalsın gönül kapınız, sevgiyle kalın.

21 Haziran 2010 Pazartesi

TAKVİMSİZ

     Dün babalar günüydü, halbuki benim babamın olduğu yerde takvim yok, saat yok, dün yok, yarın yok. O bu dünya ile ilgili olguların geçerli olmadığı bir yerde. Onun için düşündüm de acaba o babalar günü olduğunu biliyor muydu, biliyorsa umursuyor muydu? Babası olanlar için babalar günü, ya olmayanlar için ne günü bugün. Hasret günü mü yoksa? İyiki inancımız varda yanımızdan ayrılanların tamamen yok olmadığını biliyoruz. Yoksa nasıl dayanılırdı böyle bir acıya? En sevdiğiniz insanların ebediyen yok olduğu acısına. Birgün biryerde buluşacağımıza inanıyorum ben, o güne kadar gurbetteki bir sevdiğimi bekler gibi bekliyorum bu dünyadan göçen sevdiklerimi. Babalar günün kutlu olsun babacığım, sana bugün birçok Fatiha gönderiyorum ruhun şad olsun.

14 Haziran 2010 Pazartesi

KIPIRTI

     Şu an yapmak zorunda olduğum onlarca işim var ve onları bitirmek için boğuşuyorum fakat bir yandan içimden biraz kafadan çatlak biri ya senin şu an yapmak zorunda olduğun daha önemli işlerin var diye beni dürtüyor. Yok tabiki sorumluluklarının fazlasıyla farkında bir insan olarak elbette işlerime sırtımı dönmeyeceğim, şu anda kahve molası vermiş durumdayım. Başka bir aleme daldım gittim, belki de her insan hayatı yalnızca kafasının içinde yaşıyor kimbilir? Ha birde bu gece rüyamda tam olarak bitmiş yayına hazır bir kitabı olan mutluluğun sınırlarını zorlayan bir kadındım. Haha birde yayınevi sahiplerine kapris yapıyorum bir türlü kitabımı çoğaltmalarına izin vermiyorum, adamcağız beni razı edene kadar ecel terleri döktü veee sonunda büyük bir fedakarlık yaparcasına vakur bir tavırla yayınevine kitabımı basma iznini veriyorum, hala adama bir iyilik yapmışçasına havalar içindeyim. Uyandığımda sanki kitabım gerçekten basılmışçasına bulutların üzerindeydim, ayağımı yere basmak bir hayli zor oldu doğrusu. Düşündüm de rüyası bile bana bukadar mutluluk veren ve gerçek gibi hissettiren bu olay gerçekleşse bir delilik nöbeti geçirebilirim Allah korusun. Bir bayan yazarın söyleşisini dinlemiştim, her basılan kitabını ilk eline aldığında koynuna sokarmış kaybetmekten korkarcasına.
       Belki yazmak konusunda bunları hissetmeyen insanlar aklımdan zorum olduğunu sanabilir ama yazmak sanki kağıda dökülenleri yaşamak. Bilemiyorum, sanki yazdığım her kelime benim çocuğum ve nasıl ki her doğan çocukla birlikte hayata birşeyler katılırsa ben de kelimelerimle hayata, en azından kendi hayatıma birşeyler katıyorum sanki. Yazdığım her kelimenin ardından hayatım geri dönülmez şekilde değişiyor, artık  bir saniye önceki ben değilim bundan sonra ve hayatımda birdaha asla aynı hayat olmuyor. Bana sorarsanız yazarlar dünyanın en zengin insanları, çünkü hiçbir zenginlik bu her düşündüğüne ve her yazdığına anında sahip olabilen birininkiyle boy ölçüşemez. Bu sanki bir doğum sancısı ve doğum olayı gerçekleşmeden huzur bulamayacak benim bu zavallı ruhum, umarım çok fazla çekmem bu sancıyı, hem zaten sancı dinse ne olur birkez alıştımı bu sihirli olaya daha çok doğum sancısı çeker şu garibin zavallı ruhu.

10 Haziran 2010 Perşembe

NE DEMEK YAŞAMAK

        Yaşamı nasıl tanımlardınız? Bence deneyimlemektir yaşamak. Kendinize katmak için tecrübe edinmek ve düşünmek ve daha önemlisi hissetmektir. Yani; birşeyi  tatmak, onu kendine katmak. Organizma olarak ihtiyaçlarımızı karşılayarak hayatiyeti devam ettirmek değildir yaşamak. O canlılığı devam ettirmektir. Gün doldurmakta değildir yaşamak. Hani deriz ya, iyi vakit geçirmek, vaktin nasıl geçtiğini anlayamamak, zamanın çok güzel geçmesi. Sanki vakit geçirmektir yaşamanın amacı, hani biran önce bitirip kurtulayım şu sınırlı zamanımı diye yaşıyoruz. Sanki ölüme koşuyoruz doludizgin, hem de ölümden öylesine korkarken. Bu çok dramatik, hatta trajik değil mi?
         Bence uzun, upuzun bir maratondur yaşamak, tek farkı bu maratonu koşarken geçtiğimiz yerlerdeki iyi, güzel, faydalı şeyleri ceplerimize doldurmak ve yol üzerindeki taşları diğerlerinin ayağına takılmasın diye kenara çekmek ve yollara çiçek tohumları saçmaktır bir taraftanda. Arkamızdan gelenler daha iyi şartlarda koşsunlar diye bu koşuyu.
        Bence yaşamanın amacı da şudur; yaratıcı bizi elimizde koca bir çuvalla yolladı bu dünyaya, herkes kabiliyetine göre doldursun diye. Amaaaa akıllı olanlar sadece bu çuvalı doldurmanın yetmediğini bilir. Onlar bilir ki; birde maddi gözle görünmeyen  çuval  var, onu boş bırakırsanız elinizdeki çuvalı ne kadar doldurduğunuzun hiç önemi yoktur artık. Hem, bu çuvalları doldurdukça öyle bir aşka geliriz ki, artık çuval çuval üstüne yığar da yenisine başlarız bir gayretle. İyi malzemeyle doldurduysak ne mutlu, yok eğer kötülükle doldurduysak bu çuvalları iyi bilelim ki birgün üzerimize boşaltılacak o biriktirdiklerimiz. Ya güller, sevgiler, mutluluklar boşalacak tepemizden, ya da acılar, nefretler, düşmanlıklar...........Hadi bakalım kolay gelsin, ne demiş atalar "ne doğrarsan aşına o gelir kaşığına".
   
     

8 Haziran 2010 Salı

ACI VE MÜKAFAT

Yaşadığım herşeye teşekkür ediyorum, onlar olmasa ben şu anki ben olmazdım. Kendimi bundan başka biri olarak düşünemiyorum. Hiçbirşeyden pişman değilim, ne kadar sıkıntı çekmiş olsamda, bu sıkıntılarımdan birşey kazanmadığımı asla söyleyemem. Tabiki her zorluk gibi onları yaşarken canımdan bezdiğim ve başaramayacağım duygusuna kapıldığım anlar oldu. Ama birşey daha oldu. Tüm o sıkıntıları yaşarken bununla başa çıkacak güçte olduğumu da hissettim. Çok zorlandığım anlarda bile, bununla karşılaşıyorsam demek ki bunu altedebilirim diye içten içe bir güç duygusuna kapıldım hep. Çekilen sıkıntıları çok nazlı bir sevgilinin kaprisi olarak gördüm, buna yeterince sabredip mücadeleyi bırakmazsam mükafatının büyük olacağını biliyordum içimde biryerlerde. Şöyle durup düşündüğüm zaman anlıyorum ki, duyduğum başarmışlık duygusu ve gurur tüm o yaşananlara değer. Yine düşünüyorum ki, herşey önüme gelseydi hayatım boyunca belki de böyle dağlara bile kafa tutma cüretinde bir kadın olamazdım. Hep biryerlerde bunlarla başa çıkacak güce sahip olduğumu hissettim. Sabah haberleri için televizyonu karıştırırken bir kadın gördüm, çocuklarını arıyor, zamanında onları bırakıp gitmiş, belki yeterince mücadele edememiş. Kendimle gurur duydum o an, çünkü ben aynı durumu yaşadığımda sokakta ve aç kalma pahasına herkese kafa tuttum ve kızımı bırakmadım. Şu anki duyduğum iç huzuru benim için en büyük ödül, kolay olanı seçmediğim için. Şimdi çekebileceğim vicdan azabının yanında hiç kalırdı eminim şu ana kadar çektiklerim. Sabır acıdır ama meyvesi tatlıdır, geleceğe yapacağımız en büyük yatırım kaytarmadan üstümüze düşeni yapmak ve durum ne olursa olsun üstesinden geleceğine inanarak mücadele etmektir.

1 Haziran 2010 Salı

YAŞAMA SEVİNCİ

İşte yaşamak bu diye düşündüm kızımın sınavdan çıkışını beklerken. Yemyeşil bir bahçe, yumuşak bir rüzgar esiyor, kulağımda müzik çalarım oturmuşum banka. Sanki sadece tabiat, ben ve duygularım var yeryüzünde, hatta yeryüzü bile yok belkide. Uzun zamandır böyle bir hafiflik hissi yaşamamıştım. Evden çıkarken kitap almayı unuttuğum için çok kızmıştım kendime, hani o psikopatça okuma alışkanlığım yüzünden kitap almadan sadece market alışverişi için çıkarım evden. Ama şimdi bu unutkanlığın benim için bir nimete dönüştüğü an. Evet gerçekten doğaya aitiz biz, doğadan bir parçayı görünce karşımda artık karşımda olmuyor o benim. Ben onun içinde oluyorum zira. Şimdi annemi aramak geldi içimden............. Annemle konuştum, amacım bu sevinci biraz ona da bulaştırmak. Şu serçelerle cıvıldaşarak sekiyor ruhum daldan dala. Gerçekten tam evrenin bir parçası olmak nasıl müthiş olurdu! Tabiatın bir parçası ile hemhal olmak bile böyle fütursuz sevinçler yaşatabiliyorsa. Kainat denen devasa orkestrada bir enstrüman değil belki ama tekbir nota olabilmek, ama bir anda seslenip kaybolan bir nota değil, sonsuz bir anda çalan bir nota.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

UTANMAK

Sabah haberleri için TV yi açtığımda aslında olmasından korktuğum fakat olmasını istemediğim için dillendiremediğim o korkunç haberle karşılaştım. Kendi hayatımı sürdürmek ve sorumluluğum altındakilere olan görevlerim yüzünden onlarla beraber olamamaktan ve onlar o korkunç ve insanlık dışı olayları yaşarken evimde rahat bir güne uyanmaktan dolayı utanç duydum. Elimden gelen tek şeyi yaptım ve oturdum gözyaşları içinde oradaki yardım amaçlı bulunan ve kendi vatanlarında hapis hayatı yaşayan insanlar için dua ettim. Bir insan olarak en azından bu insanlık dışı olaylara buğz ederek ve zulüm görenler için dua ederek en aciz görevimi gerçekleştirdim belki ama vicdanım yaralı. En azından bugün gündelik hayatımı bugünlük durdurarak manen onlara destek veriyorum, tüm insanlardan bu mezalime karşı insani tepki ve dua talep ediyorum. Biliyorum aziz ve kerim olan ALLAH zalimin karşısında, masumun yanındadır, duam yardımlarını bizden esirgemesin.............

20 Mayıs 2010 Perşembe

KAÇAK

       Hayatta beni en rahatsız eden şey biryere ya da birine bağlanmaktır. Çocukluğumdan beri bu duygu bende hakim. Kaplumbağa gibi evimi sırtımda taşımak isterdim. Biryere veya birilerine fiziksel bağlarla bağlanmak beni hep çok korkutmuştur. Çocuk doğurduğum ilk anlarda onu kucağıma alıp emzirmekte zorlanmıştım, o zaman buna bir anlam yüklemedim. Yani bunun doğal bir süreç olduğunu, birbirimize alışmamız için zaman gerektiğini düşünmüştüm. Şimdi anlıyorum ki, ozamanda bağlanmaktan koruyormuşum kendimi bilinçsizce. Ama bu daha sonra kızımı canımı verecek kadar sevmediğim anlamına gelmiyor tabi. Tam tersine sonradan, çocuğunu daha rahmine düştüğü ilk günden itibaren abartılı bir tutkuyla seven annelerden daha fazla sahiplendim onu, öyle ki; tüm hayatımı onu yanımdan ayırmayacak şekilde düzenleyip, herşeyin merkezine onu korumayı koydum. Belki çocukluğumda yaşadığım travmaların bir kısmından koruyabildim onu.Çocukluğumdan beri tüm bağlılıklardan uzak durarak kendimi hayal kırıklığına uğramaktan mı koruyordum acaba? Belki birtakım hasarlardan korunabildim ama bunun kendimden kaçmak olduğunu anlıyorum yavaş yavaş. Aslında bağlanmaktan korkmanın sağlıklı bir yanı yok tam tersine bağlanmaktan korkmamaktır sağlıklı olan. Hayata meydan okumalı insan ben herşeyi seviyorum, tüm kötülüklerine rağmen seni de ey hayat.

TESELLİ

     Önceleri hayatla başaçıkamadığım anlarda babam gelirdi teselliye beni rüyalarımda. Artık pek gelmiyor, o da mı sıkıldı acaba benim yaşamaktaki beceriksizliğimden? Yoksa teselliyi haketmiyor muyum bu günlerde, hayatın bana verdiklerine nankörlük ederek? Tamam öyle aşılamayacak problemlerim yok pek kabul, ama herkesin bir dost omzuna ihtiyacı var sevinç gözyaşları da olsa akıtılan.
     İnsan sevdiği birini kaybedince anlıyor aslında ölümün yokoluş olmadığını, düşünsenize nasıl dayanırdı yoksa bir parçasının yokolmasına. Çok tuhaf ama sanki hayatta iken aramızda olan perdeler kalktı babamla o ölünce.  O otoriter, biraz fazla sinirli adam değilde derdimi dinleyen, iyi şeyler yapınca benimle gurur duyup sırtımı sıvazlayan sanki hayatım boyunca beklediğim biricik dostum, koşulsuz sırtımı dayayacağım en yakın dayanağım. Baba keşke yakınlaşmak, kendini olduğun gibi göstermek için o amansız hastalığa yakalanmayı beklemeseydin. Keşke tam kaybedeceğim anda kendini bu kadar çok sevdirmeseydin......................Keşke sevgi hep söylendiği gibi insanları dünyanın fenalıklarından koruyan en güçlü kalkan olabilse, keşke...........

İNSANLIK BİRİKTİRMEK

      Geleceği güvence almak için para biriktirir ya insanlar, bir insan dişinden tırnağından artırarak ne kadar para biriktirebilir acaba? Oysa insanlık, iyilik biriktirsek bire bin verir biliyormusunuz birikimlerimizin karşılığını. Ne kadar maddi değer biriktirirsek inanın bana o birikimi harcayacak bir masraf kapısı çıkabilir. Ama gerçekten dostluk, vefa, minnettarlık gibi değerler harca harca bitmez sadece hoyratlaşmamak kaydıyla. Burada harcamak derken karşılık bulmaktan bahsediyorum. Yoksa yaptığımız iyiliklerin karşılığını kötülük ve çirkinliklerle harcamaktan değil. Eğer insanlık kazanırsanız siz ölsenizde yaşar bu kazandıklarınız ve dünya durdukça söylenir.

PAPATYA

Ne güzel çiçektir şu papatyalar, baharın geldiğini onlardan anlarım ben. Sanki dünyaya mutluluk dağıtmak için inen melekler heybelerindeki mutluluk tohumlarını serpivermişler çimlerin üzerine. O nedenle olmalı bakarken insanın içine mutluluk ve neşe dolması. Hani nereye gitsek hüzünlerimizi ve düşüncelerimizi de yanımızda götürürüz ya, papatyalara bakarken o hüzün ve mutsuzluklar sanki siliniyor kafamdan. Papatya sayesinde sevdim ben sarıyı ve beyazı. Onların o akça pakça suratlarına bakan gözlerde hüzün nasıl barınabilir ki artık. Herhalde mutluluğun resmini yapacak olsam papatya çizerek işe başlardım. Ha birde saflık ve temizlik sembolüdür papatya, renginden olsa gerek. Gülümseyen bir insan yüzüne benzetirim zaman zaman onu, gerçektende bakarken güldürür yüzü.

DÜŞÜNÜYORUM

Her yeni gün yeni bir başlangıçtır. Fakat bu yeni başlangıçlar için her yeni güne yeni bir kafa yapısıyla başlamak gerekir. Bizim kültürümüzde bir günü diğeriyle aynı olan zarardadır diye bir söz vardır, buraya kadar bir sorun yok. Sorun bir günümüzü diğerinden nasıl farklı hale getireceğimiz. Bugün dünden bir kuruş fazla kazanmak olarak algılıyoruz sanki biz bunu. Ya da bugün daha fazla gezmek veya daha çok şeye sahip olmak sanki bunun bizler için anlamı. Naçizane düşüncem bunun amacı hergün beynimizden birkaç hücre daha fazla çalıştırmaya uğraşmak, manevi varlığımıza biraz daha yatırım yapmak. Asıl mesele buraya niye geldiğimizi anlamaya çalışmak sanırım. Herkesi bilmem ama benim için dünya bir okuldur ve bizler burada sonsuz hayatımıza hazırlanmaktayız, bunun içindir ki; bir günü diğeriyle aynı olan zarardadır. En basit bir mesleğe bile hazırlanırken okulda mümkün olduğunca fazla bilgi ve beceri edinmeye çalışırız değil mi? Ki bu meslek belki bizim hayatımız için belirleyici olmayacaktır, oysa kendimize kattığımız herşey bizi ebediyen bağlayacaktır. Unutmayalım, ilahi adalet diye birşey vardır ve herkes layık olduğunca karşılık görecektir. Şunu unutmayalım bizler özgür irade sahibi varlıklarız. Bu özgür irade bir nimet olabildiği gibi, gereğince kullanılmazsa bizler için kötü sonumuzu hazırlayacak bir lanet olabilir. Birde şu varki; bilindiği gibi doğada hiçbirşey boşuna yaratılmamıştır, herşeyin kendince bir amacı ve yeri vardır. Peki en fazla yüzde onunu kullanabildiğimiz şu beynimiz niye böyle atıl bir kapasiteyle yaratılmış hiç düşündünüz mü? Evet ben düşündüm ve şu ankinden çok daha fazla kullanmaktan sorumlu olduğumuz kanısına vardım bu müthiş kapasiteyi, açmamız için sürekli bizi dürten bir hazine sandığıdır beynimiz. Anahtarını bir bulabilsek önümüze ne harikalar serilecek tahmin bile edemeyiz. Ben ne mi yapıyorum bu bilmeceyi çözmek için hiiiç düşünüyorum, düşünüyorum, yine düşünüyorum..............

18 Mayıs 2010 Salı

YÖNELMEK

Yaşadıklarımız düşündüklerimizin ürünüdür der bir söz. Ben buna sonuna kadar katılıyorum, insan neye yönelirse ruhen ve bedenen o yönde yaşantılarla karşılaşır. Okuduğunuz kitapta bile ilgilendiğiniz bir konuyu bulursunuz aniden, sadece polisiye okuduğunuzu sanarken. Biryerde çay içerken, bir parkta otururken bir bakarsınız hayata sizinle aynı pencereden bakan biriyle karşılaşmışsınız. Şimdi gelde inanma kuantum teoremine. Bana hiç te saçma gelmiyor düşüncelerimizle birşeyler yaratmak haşa ama oluşmasına aracı olduğumuz. Belki tanrı düşünce ve hareketlerimizi dua olarak kabul ediyor ve ona göre oluşturuyor yaşantılarımızı. Belki Onun bize bahşettiği çok güzel bir yetenek bu istemenin ve yönelmenin gücü. Sonuçta özgür irade reddedilemez bir gerçek, öyle olmasa nasıl özgürlükten ve sorumluluktan söz edebilirdik. Yani kısaca diyorum ki; sadece yaptıklarımızdan değil, düşündüklerimizden ve isteklerimizden, hayallerimizden de sorumluyuz. Belki bu yüzdendir dinimizde bedduanın yasak olması ve hayır duanın tavsiye edilmesi. Hatta bu yüzden haset etmenin yasaklanması.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

POŞETE HAYIR

      Yıllardır kendimi paralıyorum az kullanın şunları, poşetinizi evden getirin, alışveriş çantası edinin diye. Alışveriş ettiğim tüm marketciler beni kendi poşetini getiren abla diye tanırlar. Ya insanlar bu konuda o kadar cahil ki, bir poşeti defalarca kullanmak veya başka alternatifleri kullanarak poşet almamaya çalışmak onlar için ilginç hatta garip bir durum. Bende çevredeki şöhretimi bu poşet karşıtlığıma borçluyum işte. Bu konuda devlet otoriteleri, sivil toplum örgütleri falan değil hanımlara iş düşüyor asıl. Alışverişle en çok onlar ilgileniyorlar çünki. Bence hanımların yemek, temizlik, ütü, çocuk bakımı ve mesleki beceriden önce edinmeleri gereken çevre bilinci ve bir insan yetiştirmeye yarayan güzel ahlaktır. Şimdi ahlaka nasıl geldin demeyin bana, en temel ahlak kuralı başkalarına zarar vermemektir zira. Eh bizde çevreyi kirletmeye yardımcı olarak başkalarına ve kendimize zarar vermiş oluyoruz değil mi?
       Hepimiz evimizin temiz olmasını isteriz, sokağımızda temiz olsa iyi olur değil mi? Peki bir dünyalı olarak dünyanın temiz ve sağlıklı olması yine kimin işine yarar, herhalde bizim. Bunu da geçtik, artık bizler teknolojik atıklarımızı uzaya da saçmaya başladık yazık bize. Yaa hiç düşünmüyor musunuz, ya başka gezegenlerde hayat varsa da o canlılar bizim rezilliğimizi görüyorsa yüzümüze tükürmez ya da sen kıymetini bilemedin şu güzelim gezegenin ver bakalım derlerse ne yapacağız. Bu işin şakası tabi ama başka yaratıklar görmüyorsa bile yaptıklarımızı, bu alemi yaratıp bize hediye ve emanet eden güce ne cevap vereceğiz bir düşünün hele.  Arkadaşımız bize küçücük bir hediye verdiğinde nereye koyacağımızı nasıl saklayacağımızı bilemeyiz, çünkü o bizim için kıymetlidir ve yeterli özeni göstermezsek arkadaşımızın kırılacağını biliriz. Peki bize verilen bu hayatın ve bu güzelim dünyanın neden kıymetini bilmiyoruz? Acaba onları yaratanın arkadaşımızdan daha az mı hatrı var yanımızda? Şöyle bir silkinip kendimize gelelim, elimizdekilerin kıymetini bilmek için tamamen kaybetmeyi beklemeyelim. Kaybedeceklerimiz ufak şeyler olmadığı için telafi etmemiz mümkün olmayabilir zira!

14 Mayıs 2010 Cuma

İNCİ

     Anneler günüde kızım bana pırlanta taşlı bir yüzük almış, birde inci.........İstiridyenin içinden kendim çıkardım inciyi müthiş bir histi, defalarca sarılıp öptüm kızımı bana yaşattığı bu duygu için. Yüzük müzük umrumda olmadı pek ama o inci inanılmazdı. Sonra düşündüm neydi bu incide beni böylesine heyecanlandıran? Birşeyin dünyaya gelmesine şahit olmak mıydı acaba? Sonra ebeleri düşündüm bir inciden katbekat değerli olan varlıkların dünyayla yüzleşmesine şahit ve aracı oluyorlar hergün. O zaman onlar hergün çok mutlu oluyorlar demektir. Belki herkes duygularını benim kadar ölçüsüz yaşamıyordur ama yinede müthiş bir olay hergün yaşadıkları. Şimdi o inciye gözüm gibi bakıyorum, yüzüğümü değil ama incimi herkese gösteriyorum ve ballandıra ballandıra anlatıyorum nasıl çıkardığımı istiridyenin içinden. Mahfazasına koyup boynuma astım, pembe benim incim, bu sanki tüm kainatı boynumda taşımak gibi bir duygu. Doğal olan herşeyin çok değerli olduğunu anlıyorum bir süredir. İnsan eliyle üretilen ona verilen emekle bir değere kavuşur ancak yani onun değeri objenin değilde ona verilen emeğin değeridir. Ama doğal olan herşey maddesi anlamında bir değere sahiptir, bunun sebebi onun maddesininde yaratıcının emeği olması mıdır acaba? Yaptığımız herşeye bir parçamızı katarız bilmeden, acaba ALLAH yarattıklarına kendinden bir parça katıyor mu bizlere lutfederek, ondan mı doğal olanların bize böyle kıymetli bir hazine bulmuş hissi yaşatması. Allahım yarattığın herşeyi seviyorum sırf yaratanın sen olduğun için, senin de beni sevdiğini biliyorum yarattığın için!...........

SANATÇI

     Size uçuk gelecek belki ama, bence sanatçı birtür medyumdur. Medyum nasıl beş duyumuzla algılayamadığımız bazı varlıklarla iletişim kurabilmemizi sağlayan bir aracıysa, sanatçıda bu alemde var olan ama bizim aciz bilincimizle kavrayıp göremediğimiz güzellikleri bize gösteren kendi egosunu aradan kaldırmayı başarmış olan aracılardır. Ben bu yüzden saygı duyarım sanata ve sanatçıya çünkü orada riya yoktur, sadece mahiyetini kavrayamadığımız ilhamdır söz konusu olan. Sanatçının başarısı da bu ilhama süper iletken bir araç olmaktır. Eğer maksadını aşan bir söz söyledimse gerçek sanatçılardan özür diliyorum, benim burada anlatmaya çalıştığım onların gerçekten kendilerini birşeye adayarak çok az insana nasip olan bir ayrıcalıkla gerçeğe köprülük ettikleridir. Bu vazifeyi yerine getirebilmek için çok iyi bir iletken olan altın gibi bir benliğe sahip olmak gerekir. Doğada olduğu gibi insanlar arasında da altına rastlamak o kadar kolay değil tabiki, işte bu yüzden değerli olmaları malum yaşadığımız alemde ender olandır değerli. O altınlarla haşırneşir olarak üzerimize birparça altın tozu bulaşması bütün ümidimiz, benim gibi hissedenler adına yüreklerinden öpüyorum tüm gerçek sanatçıların.

SEYİRCİ

    Size hiç olur mu, sanki koca dünyayı sadece ben müşahade ediyorum. Çevremdeki herkes sanki birer figüran, bu hengamenin tek seyircisi benim sanki. Diğer insanların bu olayları benim gibi gerçek yaşayabildiğine inanmakta zorluk çekiyorum bazen. Benim hissettiklerimi hissediyorlarsa nasıl böyle sakin kalabiliyorlar diye düşünüyorum ciddi ciddi. Sanki dünya bir sahne ve yaşadıklarımız tek kişinin seyrettiği koca bir oyun, buda bana korkunç bir yalnızlık duygusu veriyor. Düşünün şöyle bir aslında bu gördüklerimiz üç boyutlu, hatta dört boyutlu ortamda yaşanan koca bir kurgu. Gerçekle gerçek olmayanı neye dayanarak ayırt edebiliriz. Simülasyon belkide tüm bu yaşadıklarımız, beş duyumuza güvenerek bunun gerçek olduğunu iddia ediyorsak eğer, bu duyuları aldatmanın ne kadar kolay olduğunu günümüz teknolojisiyle anlamak hiç de zor değil. Zaten duyularımızın varoluş gayeside içinde yaşadığımız bu kurgunun gerçek olarak algılanması değil miki? Belki de delilik budur, bir perdeyi aralayarak arkadaki düzeneği görebileceğimi hissediyorum. Aslında içimize dönebilmeliyiz biraz, günümüzde öyle dışa dönük yaşıyoruz ki, kendimizden başka herşey ve herkes hakkında bir fikrimiz var. Kimin ne yaptığı bizi o kadar ilgilendiriyor ki, kendi ne yaptığımızı kaçırıyoruz bu arada. Turistik bir geziye çıkar gibi kendi içimizde bir seyahate çıkmalıyız bence. İnanın bana içimizde bulacağımız harikalara dünyanın hiçbiryerinde rastlayamayız. Çünki onlara dışarıdan yabancı eller değmemiştir, insan egolarından ve çeşitli hesaplardan kirlenmemiş bu hayatta karşılaşabileceğimiz en temiz varlık oradadır. Dünyanın tüm gizemlerini içimizde barındırıyoruz, oraya bir inebilsek bizim için hiçbirşey sır olarak kalmayacak. Çevremizdeki tüm zerrelerin içindeki musikiyi o zaman duyabileceğiz, işte o musikiye kendi enstrümanımızla katılmayı öğrendiğimiz anda bu yalnızlık duygusundan da kurtuluruz belki kim bilir!........Kainat denen bu koca orkestrada yerimizi biran önce bulmak ümidiyle.

13 Mayıs 2010 Perşembe

HANİ BAZEN

     Hani bazen yazmak istersin, parmakların dudağındaki cümlelere yetişemez. Hani bazen diline pranga vurur birşeyler, ellerin kaşınır.......klavyenin tuşlarına deli gibi vurur ama aklın bomboştur yazacak birşey bulamazsın. Ellerin kaşınır, aklın karıncalanır.........hani biryerin kaşınır ya........kanatmadan, derisini soymadan kurtulamazsın bu çıldırtıcı duygudan. Hani bazen içinden birşeyler dışarı çıkmaya çalışırken sen çaresiz kalırsın, yardımı olmaz hiçbirşeyin. HANİ bazen..............İşte o zaman bedenin aradan çıkıp ruhuna bırakmalı meydanı, ruhunun kendini ifade etmek için ihtiyacı var maalesef eline, diline, kendini ifade etmek için mahkum olduğu bu bedene ihtiyacı var ne yazık ki. Belki de burada başlıyor yazarlık, bedeninin kontrolünü ruhuna bırakarak mahkumu olduğu bu bedenin efendisi olmasına izin vermek yine. VE kendini ifade etmek için ruhun enstrümanı olmalı beden. Yazarın ihtiyacı olan eller en azından. Transa girersin sanki bazen, nerden geldiğini bilemezsin kağıda dökülen o cümlelerin. Aklının içinde sanki Aleaddin'in lambasındaki cin. Yoksa diyorum başka bir boyutun kapısını mı aralıyor yazarlar bilmeden ve müşahade ettiği o harikaları döküyor burada yazıya.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

KAYIP ARANIYOR

    İçimde sebebini bilmediğim bir boşluk var, yazmak için deli olan ben elime kalem alamıyorum. Bilgisayarın başına hiç oturamıyorum, biryerlere sığamıyorum. Normalde laf salatası yaparak insanları sıkmamak için kısa kesmeye çalıştığım cümlelerin yerine şimdi küçük notlar bile düşemiyorum. Sanki yazma isteği bir musluktan akan su idi, biri geldi bu musluğu kapadı ve musluğun kafasını da kopardı, yeniden açamıyayım diye.  Yazım geldi diye kağıda kaleme koşan sanki yabancı bir insandı. Kapıdan kafasını uzatıp şöyle bir merhaba dedi ve elveda demeden çekti gitti. Ama ben onu çok özlüyorum...... Sanki hayatımın anlamıda o yazmak için yanıp tutuşan ama birtürlü ortaya eser çıkaramayan deli kadınla beraber bacadan uçtu gitti. İnsanın başkalarına ve başka şeylere özlem duyduğunu bilirdim ve zaman zaman bunu yaşardım da ama insanın kendini özleyeceğini hiç düşünmemiştim. Evet ben, apansız çekip giden o çatlak ve toplumla fazlaca uzlaşamayan tuhaf kadını özlüyorum. Ben bu normal herkes gibi belli bir hayatı yaşayıp giden ruhsuz yaratık olmak istemiyorum. Ayrıca buraya nasıl geldiğimi de hiç bilemiyorum......Evet her nekadar başkaları aramasa ve özlemese ve hatta oh be dünya varmış dese bile ben içimdeki o çatlak kadını arıyorum, görenlerin ve duyanların yorum hanesine ihbarlarını bekliyorum. Ha birde yazarlık konusunda sizden iyi dileklerinizle desteğinizi bekliyorum.

24 Mart 2010 Çarşamba

YA ÇOCUĞUN HAKKI

Sperm bankasını kullanmanın yasaklanması kişisel hak ve özgürlüklere aykırıymış efendim. Aman yarabbi zavallı kadının çevresindeki erkekleri baba olarak beğenmeyip hiç tanımadığı, hakkında hiçbir fikri olmadığı bir adamdan çocuk sahibi olması nasılda insani bir hak değil mi? Peki ya bu ne idüğü belirsiz adamdan meydana gelecek ve babasını asla tanımayacak olan o yavrunun hakkı ne olacak, onun hakkını hangi insan hakları savunucusu koruyup gözetecek? Bir bayanın kafasına göre hiçbir kural tanımaksızın çocuk sahibi olmaya hakkı var da en doğal hak olan yaşama hakkına daha dünyaya gelmeden en çirkin şekilde müdahele edilen zavallı yavrunun hiç mi hakkı yok? Çocuk sahibi olmak bir haksa, dünyaya düzgün bir aile içinde merhaba demek bir insanın en doğal hakkı değil midir? Çocuk sahibi olmak gidip marketten alışveriş etmekten biraz farklıdır, kadının ne pahasına olursa olsun çocuk sahibi olmak gibi bir hakkı yoktur. Çocuk istediğin gibi oynayacağın ve önce kendini tatmin etme amacıyla sahip olabileceğin bir meta değildir. O zavallının dünyaya geldiği ortamı seçme şansı yok, bunun sorumluluğu onu dünyaya getirecek ana babaya aittir. Ve bu işi yaparken kendi tatminlerimizi değil, o çocuğun insani değerler dairesinde doğup büyüme şansını yakalamaya çalışmalıyız. Daha bu çocuğun ileriki hayatında oluşabilecek değil, kesinlikle oluşacak olumsuzlukları saymıyorum bile. El insaf, el vicdan efendim, Allah akıl fikir versin. Ha bir de o bankaya sperm bağışında bulunan adamın zaten ne sorumsuz ve aciz bir yaratık olduğu belli değilmiki bu kadınlar onlara tenezzül ediyor. Evlenirken bile kendimize eş olacak insanı seçerken çocuğumuza anne veya baba olacak insanı seçtiğimizin de bilincinde olmalıyız nerde kaldı banka!.......

20 Mart 2010 Cumartesi

MUTLULUK

Şu serçelere de ne oluyor, bu kadar mutlu olmak için ne sebepleri var sanki? Güneş bir parça yüzünü gösterdi mi bir cıvıltıdır kopuyor. Bu kadar mutlu olmalarının sebebi ne yani bir parça ekmek kırıntısı bulabilmek için tek ayaklarının üzeride sekerek saatlerce dolaşıyorlar. Hasta ya da ölmek üzere olanlar hariç hiçbir serçeyi bezgin ve yılgın görmedim. Hıh birde şu kainatın hakimi denen yaratıklara, biz insanlara bak içimizin karanlığından gözümüz dünyayı görmüyor. Biliyorum biliyorum öyle kuşlar gibi şakımakla ne çocuklarımıza ekmek götürebiliriz, ne de kirayı, faturayı ödeyebiliriz diyeceksiniz. İnanın bana somurtup karalar bağlayarak ta bunu yapamayız. Belkide gülümsemek biraz mutlu olmaya çalışmak bize verilen nimetlere şükretmenin bir yoludur, hem de çok sevimli bir yolu. Böyle konuşuyorum diye beni tuzu kuru sanmayın, bende kendimi bildim bileli bir lokma ekmek peşinde koşturup duran insanlardan biriyim, hala da birşey değişmedim. Düşünüyorum da, yıllardır ekmek peşinde koştum ama hiç aç kalmadım. Belki de bize düşen sadece çaba sarfetmektir, bizim kısmetimiz zaten biz doğmadan bu dünyaya hazırlanmıştır. Ama biliyorum şimdi de biz bir lokmayla uğraşırken elin oğlu hamuduyla götürüyor diyeceksiniz. Dünyadaki herkesin aynı standartlarda yaşayacağını size söyleyen kim. O serçe gibi bulduğumuza razı olup şakımaya başlarsak inanın bana para bizi bulmasa da mutluluk bulur. Dünyada nasıl davranmayı seçerseniz sonuçlarını da ona göre alırsınız. Benim hiçbirzaman iki kuruşum bir arada olmadı ama herzaman hayatımdan memnunum ve cebim fakir olsada gönlüm zengin. İnanın gönül zenginliğide karın doyuruyor, çünkü o zaman elindekiyle yetinmeyi öğreniyorsunuz ve bir bakıyorsunuz ki aslında yaşamanız için gerekenler elinizde. Neyse bu konuya daha sonra devam edeceğim şimdi kardeşim bekliyor bir kardeşim olduğu için çok mutluyum.

19 Mart 2010 Cuma

VARLIK VE YOKLUK

Yerkabuğunda antimadde bulunmuş, bu habere şaşırmak mı gerekiyor? Yaşadığımız alemde herşey zıddıyla kaim değil mi, peki yer kabuğu veya yerküre niye bundan muaf olsunki? Pozitif ilimlerle amatör olarak ilgilenen biri olarak bunu gayet serinkanlı karşılıyorum, kimbilir belki bukadar rahat karşılamamın sebebi bu konudaki yetersizliğimdir. Ama yerkabuğundaki radyoaktif maddelerin kararlı hale gelirken açığa çıkan antimadde beni başka bir yönde sarstı, gerçektende yaşam ve ölüm, varlık ve yokluk ne kadar iç içe değil mi? Peki bu olguların zıddı olmasaydı yani yaşamın arkasından ölüm gelmese, varlığın yanıbaşında yokluk olmasa hayat nasıl olurdu acaba? Belkide bunları bir araya getirip zıtlıkları kaldırınca ortadan bu alem yok oluyordur. Mantıklı değil mi madde ve antimaddenin dünyada bir arada bulunabildiği en iyi duruma bakarmısınız radyoaktivite, yani madde yavaş yavaş bozunmaya başlıyor, yani madde için yokolma süreci başlıyor. İkisi bir araya geldiğinde birbirini yok ediyor, ancak ayrıldığında madde ve antimadde olabiliyorlar. Peki bunları bir potada karıştırdığımızı düşünelim ne ad vereceğiz o zaman. Ben daha bu yaşımda gerçek anlamını kavrayabiliyorum, herşeyin zıddı ile kaim olduğunun. Daha önce böyle içime sindirdiğimden emin değilim. Düşünün bir güzellikle çirkinliği bir araya getirin, hadi bakalım buna ne ad vereceksiniz şimdi. Peki iyilikle kötülüğü karıştırın şimdi ne oldu, zıtlıklar sadece tanımlamak için değil aynı zamanda bir olgunun var olabilmesi için gerekiyormuş meğer! Vay canına ozaman yaşam ve ölüm olmasa ne olacaktı. Yani bizler varolabilecek miydik acaba? Benim düşünceme göre bu alemin temeli bu, yani bu olguları ortadan kaldırdığınız zaman başka bir boyuta geçiyorsunuz demektir. O halde herşeyden şikayet etmeyi bir kenara bırakalım diyorum, bizim daha var olanları anlama konusunda bile kendimize yetmeyen aklımız bence bu dünyayı ayakta tutan düzene asla yetmeyecek, çünkü hiçbir eser ustasını anlayacak kabiliyete sahip değildir maalesef. Bize verilenlerin kıymetini bilerek bize verilen bu yaşamın hakkını vermeye çalışalım ve şükretmeyi deneyelim. İnanın bana, bukadar hassas dengelerle yaratılmış bir alemde yaşayabilmek bir mucize! Bizi gözeten bir güç olmasa bu kırılgan dengelerin korunması mümkün olmazdı. Yani, milyarkere milyar seçeneğin içinde tamda bizim yaşayabileceğimiz şartları yaratan ve gözeten güç bir teşekkürü ve minnettarlığı hak ediyor değil mi? Zaten kendisi bir mucize olan hayattan daha ne mucize bekliyoruz, bu mucizeyi iyi kullanmaya çalışalım bundan daha büyük bir nimet inanın bana elimize geçmeyecek.

18 Mart 2010 Perşembe

İNSAN NE İSTER

Çocukluğum ırmak kenarında geçti. Bahar ve yaz aylarında gözde oyun alanımız ırmağın kenarıydı. En büyük hayalim bir at kılına sahip olmaktı, o kılı olta yerine kullanarak balık tutacaktım. Bu balık tutma işi çok önemliydi. Balık benim için başka bir dünyada yaşayan canlıydı. O at kılıda benim bu dünyaya giriş biletimdi. Birde tayyare böceği vardı, yaz aylarında kırlarda uçarken onu görünce çok heyecanlanırdım. Böceği yakalayıp içindeki insanları çıkarmak isterdim, o böceğin içinden çıkacağını zannettiğim minicik insanlar beni ölçüsüz heyecanlandırırdı. Şimdi komik geliyor değil mi, at kılından olta ve içinden minik insanların olduğu tayyare böceği.. Birde şimdiki hayallerime bakın, dünyanın daha iyi bir yer olmasını istiyorum herkes gibi ve kendim için en çok istediğim şey bir kitap yazmak. Bu kitabı yazmazsam kendimi tam hissedemeyeceğimi biliyorum. Bu tuhaf bir his sanki çok aç bir insanın bir yemeğe duyduğu istek ve ihtiyaç gibi, hanımlar bilir aşermek gibi. Öyle çok istiyorum yani bir kitap yazmayı, her okuduğum kitapta tarifsiz bir özlem duyuyorum içimde, bende bunu yapmalıyım diye. Hayatta hiçkimseyi kıskanmadım ama iyi kitap yazan usta yazarları fena halde kıskanıyorum.Kimbilir belkide kitaplar bende başka bir dünya izlenimi uyandırıyordur. Kitap kapakları da o dünyaya açılan kapı.Hani filmlerde vardır ya başka bir boyuta açılan kapılar. İşte kitap kapakları da bu kapılardan biri ama daha somut olanı. Bunu elle tutabilir, bir yerden alıp bir yere koyabilirsiniz. İşte bende başka bir boyuta bir kapı daha açmak istiyorum fakat bu kapı kesinlikle güzel bir boyuta açılacak, en azından içinde yaşadığımızdan daha iyi bir boyuta. Dünyada yitirdiğimiz duygu ve hasletler olacak orada. Bir kitap yazdığınızda orada vücuda getirdiğinizin tüm sorumluluğu size aittir. Bu yüzden yapıyorsak iyi şeyler yapmalı, iyiliğe adanmalıyız. Velhasılıkelam kaybettiğimiz çocuk hayallerimizi yeniden bulmalı, vakit kaybetmeden aramaya çıkmalıyız.

17 Mart 2010 Çarşamba

NE DEĞİŞTİ

Daha düne kadar kapısından geçirmek istemeyenler, bugün niye gelmiyorsun diye sızlanıyor. Daha düne kadar bensiz duramayanlar, adımı bile duymak istemiyor. Ne değişti peki? Valla ben değişmedim, hani canı çıkmayınca huyu çıkmayacak cinstenim ben çünkü. O zaman çıkarlar mı değişti? Eğer konu sadece çıkarlarsa, benim şimdiye kadar ne dostum olmuş ne de düşmanım. Dostluk ya da düşmanlık insana değil şartlara bağlı bir olgu demek ki. O zaman biz insanlığımızın değil, şartlarımızın ürünümüyüz? Yazık bize yazık, insan ortamı belirler, şartlar ve olanaklar eğer insanlığı belirliyorsa desenize, insan denen yaratığı da koruma altına almalıyız artık. Zira, iki ayaklı başka yaratıklara dönüştü insan denen varlık. O insanlık denen hasleti içinden çıkarıp attılar, kaldı geriye ne pahasına olursa olsun yaşamaya adanmış canlı organizmalar. Hayatını sürdürmek için her şarta ayak uyduran ve yaşamak için herşeyi basamak olarak kullanan yaşam formu. Ortama ayak uyduramayan ise belki insan olarak kalır ama fazla yaşayamaz bu kavonoz dipli dünyada. Yaşasada işte böyle benim gibi yalnız ve dostsuz kalır. Veysel ne güzel söylemiş değil mi "benim sadık dostum karatopraktır" diye. Evet en sadık dostumuz karatoprak belki de, öldüğümüzde anamız babamız bile bırakıp gidiyor, karatoprak kucaklıyor yalnızca bizi.

13 Mart 2010 Cumartesi

ÜMİT

Gecenin en karanlık olduğu anların güneşin doğmasına en yakın anlar olduğu söylenir hep. Ondan mıdır acaba tam dibe vurdum dediğimiz anlarda içimizde bir ümidin filizlenmesi, daha kötüsü olmayacak artık herşey daha iyiye gidecek diye, yoksa bu sadece bir züürt tesellisi midir? Denize dalınca suyun üzerine daha hızlı çıkabilmek için önce dibe tabanlarını vurur iyi yüzücüler. Zaman zaman mücadele gücümüzün tazelenmesi için iyice dibe vurmak mı gerekiyor acaba? Eğer öyleyse sorun yok, o zaman zor anlarımızda sarılacak bir ümidimiz olur. Ya bunlar ümidinden başka sermayesi olmayanların uydurduğu pembe yalanlarsa, hani derler ya fakirin ekmeği umuttur diye. İyiki varsın umut yoksa acımızdan öldüğümüzün resmidir. Bugün bir yakınımla ilgili kötü bir haber aldım, tepemden aşağıya kaynar sular döküldü resmen. Duygularımı yalnız yaşamayı tercih ettiğimden hiç renk vermedim bulunduğum ortamda ama çok üzüldüm. Fakat bu korkunç üzüntüyle birlikte herşeyin daha iyi olacağına dair bir ümit yeşermeye başladı içimde biryerlerde. Acaba dedim içinde bulunduğum ruh halinden kurtulmam için beynimin bir sigortası mı bu ani umut yoksa gerçekte olan birşeyleri mi hissettim, her iki halde de iyiki varsın umut. Sen olmasan nasıl dayanabilirdik bu zehir zemberek hayata.

KARDEŞİM

Kardeşim seni çok seviyorum, bazen hayat bizi ayrı yönlere sürüklese de inan bana senin rahat etmediğin bir dünya bana hiçbirşey veremez rahat adına. Şu anda kendimi sorumlu hissettiğim iki kişi var hayatta. Sen biliyorsun bunları zaten söylemeye gerek yok tekrardan. Hayatın seni sürüklediği tüm o taşlı dikenli yollar benimde dizlerimi kanatıyor inan bana. Hiçbirşey düşürmesin seni yılgınlığa, gerekirse ben tüm hayatımı silerim bir çırpıda. Buna hayatı başkaları için yaşamak denmez, çünkü sen ve o benim varlığımın birer parçasısınız ve hiçbir insan varlığının bir kısmını koparıp atarak devam edemez hayatına. Devam ediyorum diyenler artık insan bir taraflarının kalmadığını anlar en yakın zamanda. Bu zaman eğer şanslıysa gerçekten yakın olur ölümden, belki o zaman gitmeden önce kendini tekrar bir araya toplar ve yarım gitmez ebedi hayata.

İNSAN

Eğer dürüstülkse insanlık, sevgiyse, şefkatse, özveriyse, adanmışlıksa, merhametse, azimse, kararlılıksa, mücadeleyse, akıl ve izan sahibi olmaksa. Eeee o zaman bu dünya üstündeki kalabalık neyin ve kimlerin topluluğu?

BABA

Tanıdığım en güçlü insan babam, o hiç yorulmaz, hiç hastalanmaz, hiç haksızlık yapmaz, üşümez, ağlamaz, korkmaz, aciz kalmaz. Böyle sanırdım küçükken ve hatta büyüdüğümde de. Ama birgün baktım babam üzüldü, terkedildi, hayata karşı gardı düştü. Bizde düştük o zaman, dayanamadık çünkü birşeye. Birazcık anladım oda insandı, yıllar geçti hayatla başaçıkamadığını gördüm bazı konularla, babam gözümde biraz daha insan oldu aciz olabildiği tarafıyla. Yine yıllar geçti babam hastalandı, iyice anlamayabaşladım ki; babam bayağı bayağı insanmış. Şimdi babam öldü biliyorum artık insan olduğunu tümüyle, yinede insanlığı konusunda beni düşündüren şeyler var. Çünkü o hala tanıdığım en dürüst ve en korkusuz insan. Tüm dünyayı karşısına alarak da olsa inandığını savundu çünkü her zaman....

MÜCADELE

Dişinle tırnağınla tutunacaksın bu hayata yaşamak istiyorsan, hele birde adam gibi yaşamak istiyorsan o zaman işin daha zor. Bu kere yirmi tırnak ve otuziki diş yetmez hayata tutunmana, çünkü o zaman karşındaki sadece hayatın inişi yokuşu değildir, daha kötüsü görünüşte senin gibi olan insanlardır başa çıkmaya çalıştığın. İnsanlar konu birbirine zarar vermek olunca öyle yaratıcı oluyorlak ki şaşarsınız. Elele verip mücadele edeceğine, dünyayı insanlar için daha iyi bir yer yapmaya çalışacağına, birbirini yıkmaya ve bozgunculuk için tüm imkanlarını kullanarak mücadele etmeye başlıyorlar. Boşuna dememiş atalar insan insanın kurdudur diye. Bilmiyorki aptallar dünyanın bir yanı kan revan içinde yerlerde sürünürken, bir yanı bu debdebeli hayatı çok uzun zaman sürdüremez. Aynı kürenin üzerinde yaşıyoruz, ne yaparsak yapalım o taraftaki can çekişen insanların bize ulaşarak birgün hesap sormasını engelleyemeyiz. Dünyanın en büyük seddini de çekseniz araya insanların yaptığını yıkmaya yine insanların gücü yetecektir. Hele birde bunlar zulüm ve haksızlıklarla yapıldıysa. Tarih boyunca bir taraf sürünürken bir tarafı güllük gülistanlık yaşayan tüm topluluklar sonunda ilahi adalet gereği ya insanlar tarafından ya da açıklanamayan sebeplerden dolayı yokolup gitmişlerdir. Sen vicdanını rehber edinmezsen seni kulağından tutup yanlış yoldan çeviren, dönmezsende kafanı ezen bir güç mutlaka çıkacaktır.

KIRILMA

Hayat dümdüz bir yol değildir. Bu yolun inişi var, yokuşu var. Ama her zaman çakıllı ve taşlı bu yollar o yüzden takılıp düşmemeli bu yolda. Zira düşersen ellerin ve dizlerin fena parçalanıyor ve seni tutup kaldıran yaralarını saranda bulunmuyor genelde. İşte buda ruhunu ve yüreğini kanatıyor. Yokuş yukarı çıkıyorsanız mesele yok, elinizi tutan, herşeyinizle fazlasıyla ilgilenen öyle çok yalakanız olur ki çevrede yaşamak için nefes almanız kafidir o ara. Kötü tarafı bunun dostu düşmanı hiç bilemezsiniz. O zamanlarda tecrübeyle sabittir ki size en uzak duran en iyi dostunuzdur. Amaaaa yolunuz yokuş aşağı inmeye başladımı bikere, o zaman en yakınlarınız bile sizi tanımaz. Aniden görünmez olursunuz, çok mükemmel olsanız bile kimse sizi beğenmez hiç uğraşmayın derdiniz beğenilmekse. Ama bu size insanları tanıma ve fireleri ayıklama şansı verir. Buda paha biçilemeyecek bir tecrübedir. Kafan gözün kırılarak da olsa o safhayı geçirdiğin zaman artık dünyanın hiçbir sıkıntısı seni korkutamaz ve kendini her tehditi kolayca bertaraf edecek bir süperkahraman olarak görmeye başlarsın. Sen hayat denen o azgın canavarı altetmişsin kalan ufak tefek tehditler nedir ki?
Birkere düşüpde kalkmayı becerebildiyseniz hayatınız asla eskisi gibi olmayacak artık bunu bilin. O an bir kırılma yaşarsınız bundan böyle hayatı yalnızca kendi değerleriniz ve iç hesaplaşmanız doğrultusunda yaşamaya başlarsınız. Eğer hala ölçünüz başkalarıysa maalesef siz henüz kalkamamışsınızdır ayağa. İnsanları asla memnun edemezsiniz bu yüzden siz kendinizi memnun etmeye çalışın. Tabi bunun için önce kendinizi tanımalısınız. Tanımadığınız birini memnun edemezsiniz unutmayın.
Hayattaki ölçüm kendi memnuniyetim ve tabiiki vicdan rahatlığımdır herzaman. Bu yüzden sıklıkla çevremdeki uyanıklar tarafından saf hatta aptal olarak nitelendirilirim. Ah birde benim onlar için ne düşündüğümü bilebilse uyanık maymunlar.

11 Mart 2010 Perşembe

UMUT

Hayatta herşeyimizi kaybedelim, ümidimiz hariç. Dünya her sabah yeniden kurulur, birgün kaybettiğimiz fırsatı ertesi gün tekrar elde edemeyeceğimizi kim söyleyebilir ki? Şu kocaman alem hergün değil, her an her saniye yeniden kuruluyor. Bizim isteklerimizin gerçekleşmesi ya da ummadığımız hayal edemeyeceğimiz kadar mükemmel bir şekilde karşımıza çıkması ne kadar zor olabilir ki? Elbette hiç zor değil, belkide kaçırdığımız fırsatlar yada çektiğimiz sıkıntılar bizi sınamak ve daha güçlenmiş olarak hayata devam edebilmemiz için hazırlanmış bir eğitim şeklidir kim bilebilir ki? İnsan geçirdiği ve üstesinden geldiği her sıkıntıyla hayatta bir basamak daha yükselir, hani şu sanal oyunlardaki gibi her geçtiğimiz aşama bizi hayatta bir "level" atlatır. Öyle değil mi, her yaşadığımız sıkıntının ve her atlattığımız zorluğun arkasından daha güçlenmiş olarak devam etmezmiyiz, daha sonra o sıkıntılı zamanları hatırlarken gizli bir gururla göğsümüz kabarmaz mı? Benimki kabarıyor şahsen, sıkıntıların üstesinden gelebildiğim ve onların beni değil benim onları yendiğim için. Herşeye rağmen hayatıma devam edebildiğim ve dimdik ayakta kalabildiğim için. Ne sıkıntıyla karşılaşırsam azmimi kaybetmiyorum ve halime şükrediyorum her zaman biliyorum ki biryerlerde benim o şikayetçi olduğum durumda olabilmek için yalvaran nice insanlar var. Hiçbir savaş sızlanarak kazanılmaz, yapılacak şey ayağa kalkıp kanımızın son damlasına kadar savaşmaktır. Yenilirsekte şerfimizle yenersekte. Acizlik insana yakışmaz, duvarın dibinde bitmiş bir ot görünce tüylerim diken diken olur, o cılız haliyle nasıl orada kök salabildi diye düşünürüm. Ve insan olarak kendime birdaha çekidüzen veririm. Ben bir insanım herhalde bir ottan daha aciz olamam değil mi?